Trump’ın dış politikası: Deliliğin ardındaki düzen

ABD’li sosyalist aktivist Lance Selfa, International Socialism Project’in web sitesi için yazdı:

Trump yönetiminin üst düzey yetkilileri arasında Yemen’e askeri bir saldırı düzenlenmesi konusunda yapılan görüşmelerin ortaya çıkması -ki bu durum Ulusal Güvenlik Danışmanı Mike Waltz’ın Signal uygulamasındaki grup sohbetine gazeteci Jeffrey Goldberg’i de eklemesi sayesinde duyulmuştu- dış politika çevrelerine Trump’ın amatörce yürüttüğü dış politikayı eleştirmek için bir fırsat verdi. Eski Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın New York Times’taki köşe yazısı bu görüşü özetliyordu. “Bu daha ne kadar aptalca olabilir?” diye sordu Clinton.

Elbette Clinton’ın ABD’nin askeri gücünü kullanarak onlarca sivilin ölümüne yol açan bir baskınla başka bir ülkeye saldırmasına itirazı yok. O ve temsil ettiği dış politika kurumu bu tür saldırıları kendileri gibi akıllı insanların gerçekleştirmesini tercih ediyor. Liberallere ve müesses nizam tiplerine göre “Signalgate”, Trump’ın dış politikasını boyundan büyük işlere kalkışan ve eylemleriyle ABD’nin dünyanın süper gücü olma konumunu sarsma tehdidinde bulunan insanların işi olarak gösteriyor.

Bu değerlendirme doğru olabilir, ancak aynı zamanda Trump ve yönetiminin yaptıklarının arkasında herhangi bir strateji ya da teori bulunmadığına dair bir kibirle de dolu. Trump’ın dış politika oyunları sadece kendi kişisel yükselişiyle ilgilenen bir aptalın kaprisleri olarak görülüyor.

Trump, ABD dış politikasını reality TV kişiliğinin bir uzantısı olarak görme eğiliminde olsa bile, yönetiminin başlattığı değişiklikler gerçekten hayati önem taşıyor.

Clinton’ın özetlediği geleneksel ana akım anlayışa göre, ABD dış politikası üç ana unsurun toplamıdır: dış ekonomi politikası, “sert gücü” (askeri ve siyasi nüfuzuyla ifade edilir) ve “yumuşak gücü” ya da ideolojik ve kültürel etkisi.

İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden bu yana ABD, hedeflerinin çoğuna Birleşmiş Milletler, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO), Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü gibi bir dizi küresel kurumun inşası ve bu kurumlar üstündeki ABD hakimiyeti yoluyla ulaşmıştır. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden ve ABD’nin “tek kutuplu momentinin” tesis edilmesinden bu yana, ABD askeri, ekonomik ve siyasi hegemonyasını, görünüşte demokrasi ve insan haklarının geliştirilmesine adanmış “kurallara dayalı uluslararası düzeni” sürdürme kisvesi altında yansıtmıştır.

ABD’nin kendi amaçlarını bu şekilde yansıtması her zaman gerçek olmaktan çok lafta kalmıştır. ABD, uluslararası siyasi kurumların tek taraflı eylemlerini kısıtlamasına asla izin vermedi. Ve ordusuna dünyanın geri kalanının toplamından daha fazla harcama yapmaya devam ediyor. ABD’nin küresel ekonomik ticareti teşvik etmesi ve ABD şirketlerinin dünya çapında büyümesi, New York Times’ın İmparatorluk ilham perisi Thomas Friedman’ın ünlü sözünde ifade ettiği gibi, her zaman ABD’nin “sert gücüne” dayanıyordu:

Gazze ve Ukrayna’daki savaşlar ABD’nin “kurallara dayalı uluslararası düzen”e bağlılığının ikiyüzlülüğünü gözler önüne serdi. Joe Biden’dan başlayarak ABD liderleri, Rusya’nın Ukrayna’daki hastaneleri ve okulları bombalamasını “insanlığa karşı işlenmiş suçlar” olarak kınarken, İsrail’e Gazze’de aynı zulmü işlemesi için silah ve siyasi güvence sağladılar.

80 yıl boyunca küresel siyasetin mevcut ittifakları ve kurumları ABD’nin emperyal politikasına iyi hizmet etti. Şimdi ise New Left Review yazarlarından Dylan Riley’nin ifadesiyle “hegemonik gücün” dünya sistemindeki başlıca “revizyonist güç” haline geldiği eşi benzeri görülmemiş bir durumla karşı karşıyayız. Başka bir deyişle, mevcut uluslararası politika çerçevesinden çok yönlü bir şekilde yararlanan küresel “hegemon” ABD’nin, paradoksal bir şekilde, bu düzeni bozmaya çalışan ana aktör (uluslararası ilişkiler dilinde “revizyonist güç”) olduğu görülmektedir.

Soru bunun neden kaynaklandığıdır. Bu sorunun cevabı, son 20 yılda çarpıcı bir şekilde ortaya çıkan ve Çin’in artık ABD’nin dünyadaki ekonomik ve siyasi liderliğine karşı giriştiği meydan okumada yatmaktadır.

Çoğu ana akım değerlendirmeye göre ABD şimdilik Çin’e karşı askeri üstünlüğünü koruyor. Ancak ekonomik ve teknolojik üstünlüğünü, ABD’dekinden daha fazla bilimsel araştırmanın yayınlandığı Çin’e karşı hızla kaybetmektedir. Ocak ayında Çinli yapay zekâ (AI) firması DeepSeek’in başarısı üzerine borsada yaşanan panik, ABD’nin 21. yüzyılın en ileri teknolojisinde Çin’in ardından ikinci olma yolunda olduğunu düşündürmüştür.

Bu zorluklar, ABD’yi zayıflatan Afganistan ve Irak’taki ABD öncülüğündeki felaketlerle birleşince “tek kutuplu dönem” parçalanmış ve çok kutuplu bir dünyaya dönüşmüştür. Bunun sonuçları milliyetçilik ve korumacılığın artması ve dünya genelinde askeri bütçelerin yükselmesi oldu. Bu veriler ışığında bakılırsa Biden, ilk Trump yönetiminde bu yönde atılan ilk adımların üstüne inşa etti. Örneğin Biden, Trump’ın 2018’de Çin’de üretilen mallara uyguladığı gümrük vergilerini kaldırmadı. Oysa şimdi Trump tüm sistemi havaya uçurmak istiyor gibi görünüyor.

Yunan sol Keynesyen ekonomist Yanis Varofakis’i referans alarak söylersek,  Trump’ın görünürdeki deliliğinde bir düzen bulmak için Trump’ın gümrük vergisi takıntısını ciddiye almak lazım. Trump’ın savaş sonrası küresel düzene eleştirisi, ABD’nin NATO müttefikleri üstünde nükleer ve güvenlik şemsiyesini açtığı ve küresel ticaret sistemi için “son çare tedarikçisi” olarak hareket ettiği gözlemleriyle başlıyor. ABD şirketleri üretim kapasitelerini küçültmüş ve offshore etmiştir. Bunun karşılığında ve ABD doları dünya döviz akımı olduğu için, diğer önde gelen güçler ABD’nin borcunu finanse etmekte, büyük açıklar vermesine ve başka herhangi bir ülkeyi iflas ettirecek bir askeri makineyi sürdürmesine izin vermektedir.

Bu sistem ABD’ye muazzam faydalar sağlarken, Trump bunun yerine “diğer ülkelerin ABD’yi kazıkladığını” savunuyor. Trump, doların dünyanın rezerv para birimi olma rolünü sürdürürken, ABD ihracatını teşvik etmek ve ABD ticaret ve hükümet açıklarını azaltmak için ABD dolarının değer kaybettiğini görmek istiyor. Diğer ülkelere bu şartları kabul ettirmek için gümrük vergilerini ve ABD askeri korumasını geri çekme tehditlerini kullanıyor.  Çeşitli ticari havuçlar ve sopalar kullanan Trump, tek tek ülkelerle veya ülke gruplarıyla birden fazla anlaşma yapabileceğini düşünüyor. Küresel kurumları ve çok taraflı “büyük pazarlıkları” reddediyor çünkü ABD’nin eylemleri önündeki daha az kısıtlamayla daha iyi koşullar elde edebileceğini düşünüyor.

Bunun ABD’nin küresel siyasi ekonomideki konumuna dair doğru bir teşhis ya da ABD’nin ne yapması gerektiğine dair doğru bir yol haritası olup olmadığı konumuzun dışında. Hem Trump hem de Biden yönetimleri iki ülke arasındaki ticari anlaşmazlıkları çözmesi gereken temyiz kurullarına ABD temsilcilerini atamayı reddettiği için DTÖ, Trump’ın ilk döneminden bu yana büyük ölçüde işlevsiz hale geldi. ABD egemen sınıfının Çin ile yaklaşan bir çatışma konusundaki mevcut saplantısı, ekonomik ilişkilerde korumacılık ve önde gelen güçler arasında daha büyük bir siyasi rekabet ve çatışma çağının habercisidir.

Bu ortamda Trump’ın “Önce Amerika” ve “ABD dünyaya karşı” bakış açısı sınanacaktır. Liberaller onu 1930’ların “izolasyonist” sıfatıyla etiketliyor. Ancak Trump, ABD’nin kendi menfaati için elinden geleni yapmaya hazır olduğundan, dünyanın geri kalanıyla bağlarını koparmakta daha az hevesli. Daha çok on dokuzuncu yüzyıl sömürge/emperyal zihniyetinin “gambot diplomasisi” anlayışına sahip. Dolayısıyla, Grönland’ın ABD’nin istediği mineralleri içerdiğini ya da bu adaya sahip olmanın ABD’nin Kuzey Kutbu’na hakim olmasını sağlayacağını düşünüyorsa, adayı ilhak etmek bir Trump fantezisi gibi görünse bile, diğer uluslar ABD’ye karşı temkinli olacaktır. Tarihsel olarak, ABD siyasetinin “Önce Amerika” anlayışı, Atlantik ve Pasifik okyanusları arasındaki kara kütlesini, kutuptan kutba, ABD’nin yarım küre hakimiyeti için adil bir oyun olarak görmüştür.

Bölgede ABD egemenliğinde bir etki alanının pekiştirilmesi, Önce Amerikacıların Avrupa ve Asya gibi diğer bölgelere karşı saldırgan tutumunu desteklemektedir. Trump’ın Meksika ve Kanada’ya yönelik baskılarının yanı sıra Panama ve Grönland’a yönelik tehditlerinin ardındaki çarpık mantık da budur. Trump’ın Panama’ya karşı kılıç sallaması, Mart ayında kanalın işletme sözleşmesinin Hong Kong merkezli CK Hutchinson’dan Blackrock liderliğindeki bir konsorsiyuma satılmasına neden oldu bile. Bunun ötesinde Trump’ın Latin Amerika aşırı sağı arasında Arjantin’in Milei’sinden Brezilya’nın Bolsonaro’suna ve El Salvador’un Bukele’sine kadar müttefikleri var.

Dış politika çevreleri için en şok edici gelişme, Trump rejiminin Ukrayna konusunda, savaşta ateşkes sağlanması için esasen Putin yanlısı bir pozisyona geçmesi oldu. Şubat ayında ABD; Kuzey Kore ve Belarus gibi demokrasi şampiyonlarıyla birlikte, Rusya’yı Ukrayna savaşında saldırgan olarak tanımlayan bir BM kararına karşı şaşırtıcı bir oy kullandı.

Bu nasıl açıklanabilir? Trump ve MAGA müttefikleri bunun sözünü vermişti, yani birdenbire ortaya çıkmadı. Trump’ın NATO gibi küresel ittifaklardan kopması ve AB’yi müttefikten ziyade bir rakip olarak görmesinin bir parçasıdır. Trump’ın Putin ya da Suudi Arabistan’ın Muhammed bin Selman’ı gibi petro-devlet diktatörlerine ABD’nin geleneksel müttefiklerinden daha fazla yakınlık duyduğu kesin. Signalgate’in Başkan Yardımcısı Vance’in AB karşıtı yorumlarını ifşa etmesinin de gösterdiği gibi, Trump yönetiminin Avrupa karşıtlığı derinlere kök salmış görünüyor.

Bu aynı zamanda Trumpizm’in on dokuzuncu yüzyıldaki büyük güçlerin kendi aralarında paylaştıkları “etki alanları” olduğu görüşüne de uyuyor sanki. Yani, Rusya Ukrayna’yı alır. Çin Tayvan’ı alır. Ve ABD Grönland’ı alıyor.

ABD dış politikasındaki bu Trumpvari değişimin Trump’ın vaat ettiği “altın çağı” başlatıp başlatmayacağı şüpheli. Ancak dünya siyasetinin çok daha tehlikeli ve istikrarsız bir döneme girdiğini; savaşların, çatışmaların ve baskıların on yıllardır olduğundan çok daha fazla gündemde kalacağını öngörebiliriz.

(Çeviri: Bahan Gönce)

Yazar

You May Also Like