Enternasyonal Dayanışma, ilk merkezi etkinliğini Cumartesi günü İstanbul’da gerçekleştirdi. Üç ayrı oturumdan oluşan tartışmalarda, kapitalizmin çoklu krizlerine ve savaşa karşı mücadele tartışıldı.
Kadıköy’de Moda Kitapevi’nde gerçekleştirilen Enternasyonal Dayanışma tartışmalarının duvarlarında “Katil İsrail, Refah’tan defol”, “Savaşa hayır! Filistin halkının yanındayız”, “Birleşen işçiler yenilmezler”, “Barış hemen şimdi” ve “Krizin faturasını ödemeyeceğiz” dövizlerinin yanı sıra Filistin ve barış bayrakları yer aldı.
Toplantıların video kayıtları kısa süre içerisinde Enternasyonal Dayanışma web sitesinde ve Youtube kanalında yayımlanacak. (Youtube kanalımıza abone olmak için tıklayın)
İktidara antikapitalist direniş
“68’den Bugüne Politik İktidar ve Antikapitalist Direniş Hareketleri” başlıklı birinci oturumda ilk sözü Doç. Dr. Ferda Keskin aldı. Kendisi de yüksek lisans ve doktora eğitimini Columbia Üniversitesi’nde tamamlayan ve kurumda hocalık da yapan Keskin, üniversite öğrencilerinin iktidara direniş tarihinin 1968’den önceki hikayesini anlatarak başladı.
Üniversitelerin çok erken dönemlerde okuma yazma bilenlere ve dolayısıyla üst sınıflara ait olduğunu belirten Ferda Keskin, kendi içerisinde hiyerarşik yapılanması sebebiyle son derece tutucu kurumlar olarak uzun yıllar devam ettiğini, Kant’a kadar erken modernite dönemindeki modern filozofların çoğunun üniversitede hoca olarak yer bulamadığını aktardı.
Radikal dönüşüm ve ‘68
Beyaz erkekler için işleyen bir kurum olan üniversiteye kadınların ilk olarak 1895’te ABD’de girebildiğini söyleyen Keskin, özellikle Orta Avrupa’da 20. yüzyılın başında radikal bir entelektüel dönüşüm gerçekleştiğini, bunun üniversiteye de yansıdığını, bu dönemde örneğin kadınların ve Yahudilerin artık üniversitelere kabul edilmeye başlandığını aktardı.
Buradan 68’de yaşananlara gelen Ferda Keskin, Fransa’da yaşanan versiyonun doğrudan devrimci bir hareket olduğunu, sendikalardan ve işçi sınıfından destek aldığını, Fransa Devlet Başkanı De Gaulle’ün gizlice Almanya’ya kaçmak zorunda kaldığını hatırlattı. Daha sonra Komünist Parti’nin uzlaşmasıyla öğrencilerin ortada kaldığını, hükümetin de gençlik hareketini şiddetle bastırdıktan sonra üniversiteleri şehir dışına taşımaya başladığını anlattı.
Amerikan ‘68’ini ayırt eden ve tetikleyen unsurlardan birinin Vietnam savaşı olduğunu dile getiren Keskin, doğu kıyısında ise üniversitelerin tepki vermesinin nedeninin Harlem’e yönelik müdahaleler olduğunu aktardı. Öğrencilerin Afro Amerikalılar ile birlikte ayaklandığını, geçtiğimiz günlerde gündeme gelen Hamilton Hall’u işgal ettiklerini anlattı. Bugün de Columbia’da başlayan hareketin hem bütün ABD’ye hem de diğer ülkelere yayıldığını söyleyen Keskin, Filistin’in derdinin bu eylemlerde çok iyi anlatıldığını, “antisemitizm” suçlamasıyla çok manipüle edilmesine rağmen, içlerinde Yahudi öğrencilerin de yer aldığını, Demokratlar’ın da onları savunmadığını ve yine kendi dayanışmalarıyla yola devam ettiklerini ifade etti. Tüm hakaretlere rağmen öğrenci hareketinin yeni bir pencere açtığını dile getiren Ferda Keskin, kapitalizmin yarattığı sorunlara karşı böylesi bir eylemliliğin olmasının kendisine umut verdiğini söyleyerek sözlerini bitirdi.
Neoliberal dönemde iktidar
Neoliberal kapitalizmin içimize işlemiş olan birtakım sosyal kurgularının ötesinde, hayal kurmakta çok zorlandığımız bir dönemde yaşadığımızı dile getiren Tolga Tüzün ise şöyle devam etti:
“Ekonomik liberalleşme adı altında devlet rasyonalleştirilirken, kamu sektörünün yeniden yapılandırılması adı altında sosyal devlet yerinden söküldü, özelleştirmeler yapıldı, sübvansiyonlar kaldırıldı, sendikalar saldırılarla etkisizleştirildi. Güncellenmiş bir kapitalist devletle karşı karşıyayız. Sağlık, refah, eğitim gibi en temel kolektif haklar bireyselleştirilerek satılabilir kılındı. Ekonomik eşitsizlik, etnik nefret, polis şiddeti hem gündelik hayatın verileri hem de devletin hegemonyasının kurucu öğeleri olarak karşımızdalar. Bütün bu direniş hareketlerini bu aromanın içerisinde okumak ve değerlendirmek gerekiyor”.
Kapitalizmin yeni yasalarla monarşinin hukuk sistemini insanların özne hâline geldiğinin savunulduğu yeni liberal toplum düzenine evrilmeye çalıştığını aktaran Tüzün, “Liberal kapitalizmin altında yeni bir hukukun öznesi olarak tayin edildi insan. Bu tanım seçimler gibi biçimsel gösterilerle veya kamuoyu yoklaması demokrasilerinin meşruluğu sorgulanamaz normatif bir kareografi öznesi hâline geldi. 20. yüzyıla geldiğimizde iki dünya savaşı, ekolojik çöküş, gelir düzeyinde katmanlaşma, yolsuzluk, yoksulluk, demokrasinin yoluna çıkan arızalar kazalar olarak sunuldu. Bu özne krizi ve düzenin meşruiyeti tartışmaları arazlaştı. Anlık, geçici sayıldı” dedi.
Demokrasi
Demokrasinin ruhu dediğimizde otoritenin işine gelen bir kavramsallaştırma anlamak gerektiğini, çünkü ölçüye gelmez bir şey olduğunu dile getiren Tüzün, “Marx ‘insanın kendini gerçekleştirmesi ve bunun ölçülebilemeyen bir değer olması’ diye bir kavram kullanıyor. Bugün hâlâ geriye dönüp bakabilmemizin, var olanı anlama ve aşma konusunda ona dönüp bakmamızın sebebi bu ölçülemezlik” dedi.
Sermayenin her alandaki egemenliğinin, neoliberalizmin “hesaplanabilirlik” ve “verimlilik” kavramlarını toplumsal bir değer düzeyine yükseltmesine yol açtığını ve her şeyin birbirine eşlenebildiği, bu eşdeğerliliği ve denkliği de para denen metayla sağladığını dile getiren Tüzün, şunları söyledi:
“Neoliberalizm aydınlanmadan devraldığı rasyonelliği tahrip ediyor, bu büyük bir tahribat. Şimdi kanaatler üzerine kurgulanan bir rasyonellikten bahsediyoruz. Rasyonellikten bahsedebilir miyiz, o da şüpheli. Sermayenin hegemonyası sayesinde kendisini sağduyuymuş gibi örgütleyen şeye neoliberalizm denir.
Marx’tan anladığımız, işçi sınıfının kapitalizmi tasfiye edince kendini de sönümlendirecek olması. Şimdiki üniversite kalkışmalarında, Gezi’de, Arap Baharı’nda iktidarın mekanizmaları kısa devre yaptı. Umut dolu ve devrimci anlardır bunlar. Politik meşguliyet; burada yaptığımız, sadece değiş tokuş değeri olanın değil, olmayanın da erişim koşullarını temin etmekle yükümlüdür. Demokrasi herkesin ölçülemez bir şekilde mutlak olarak ve sonsuzca değerli oldukları bir zeminde kendini gerçekleştirdiğini tahayyül ettiğimiz anların toplamıdır.”
Milliyetçiliğe ve ırkçılığa karşı mücadele
Enternasyonal Dayanışma tartışmalarının ikinci oturumunda ise “Irkçılığı ve milliyetçiliği geriletmek mümkün mü?” sorusuna yanıt arandı.
İlk olarak söz alan Enternasyonal Dayanışma aktivisti Ozan Tekin, ırkçılığın ve milliyetçiliğin çok köklü ve kanla yazılmış bir tarihi olmasına rağmen, insanlığın bütün serüvenine baktığımızda küçük bir döneme ait icatlar olduğunu, ayrıca hem dünyada hem de Türkiye’de bunların geriletilmesine dair örnekler görebildiğimizi hatırlattı.
Türkiye’de 2005’ten 2015’e kadar olan süreçte başta Kürt sorunu olmak üzere bir dizi başlıktan ırkçılığın ve milliyetçiliğin gerilediğini aktaran Tekin, ancak ve ancak aşağıdan verilen kitlesel ve kolektif mücadelelerin egemen sınıfa uyguladığı basınçla bunun sağlanabileceğini ifade etti.
Kutuplaşmanın panzehiri sınıf mücadelesi
Ozan Tekin şöyle devam etti:
“İçinde yaşadığımız toplumda insanların bilinci ikili şekilleniyor. Bir yandan egemen sınıfın fikirleri var. Okulda, gazetelerde, televizyonlarda, her yerde bize boca edilen fikirler. Burada milliyetçiliğin ve ırkçılığın yoğun bir hegemonyası var. Okullarda “Araplar bizi arkamızdan vurdu” diye anlatılır. Medyada toplumdaki sorunların mülteciler olduğu, genellikle yalan haberlerle, yoğun olarak işleniyor. Bilincimizin bir tarafını bu belirliyor. Diğer tarafını ise günlük hayattaki deneyimlerimiz, işyerlerimizde, okulumuzda, sokaklarda gördüklerimiz belirliyor. İşte bu tarafta aslında sıradan insanlar, göçmenlerin, Kürtlerin veya diğer tüm kökenlerden insanların kendilerinden farkı olmadığını, aynı bizim gibi insanlar olduğunu, çıkarlarımızın ortaklaşabildiğini görüyorlar.
Ancak burada sanki ırkçılık ve milliyetçilikle ilgili durum sadece fikirlerin mücadelesiymiş gibi bir manzara çizmek istemem. Tabii ki fikirler çok önemli. Fakat ben marksistim, bilincin maddi koşulları değil, maddi koşulların bilinci belirlediğini düşünüyorum. Dolayısıyla milliyetçilik ve ırkçılık gibi fikirlerin, üretildikleri ve çıkarına kullanıldığı yer olarak, toplumdaki egemen sınıfı görüyorum. Yani elitler, sermaye sahipleri, bürokrasi, devletin sahipleri, siyasetçiler… Ve dolayısıyla milliyetçiliğin ve ırkçılığın geriletilmesi için, toplumun aşağısındaki çoğunluk tarafından, bunlara karşı bir mücadele yürütülmesi gerektiğini düşünüyorum.”
Egemen sınıf tarafından toplumda kimlikler etrafında yaratılan kutuplaşmanın, sınıf mücadelesinin güçlendirilmesi yoluyla patronlar ve emekçiler olarak yeniden tanımlanmasının milliyetçiliği ve ırkçılığı geriletebileceğini dile getiren Tekin, bunu yapmanın elzem olduğunu, Kürt sorununda barışın, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Süryaniler ve tüm halkların ayrımcılığa uğramadan eşit yurttaşlık temelinde yaşayacağı bir toplum kurmamız gerektiğini söyledi.
Türkiye’de aşırı sağ ve Zafer Partisi
Toplantının başlığı olan sorunun oldukça önemli olduğunu dile getiren Ercüment Akdeniz, “Irkçılığın kökeninde ne var, ırkçılığı besleyen ve var eden koşullar neler bunları tartışabilir olmalıyız. Birçok farklı korku üzerinden de bunu dile getirmek mümkün: Yabancı korkusu, göçmen korkusu, Kürt korkusu… bu korkuları arttırabiliriz. Bu korku özellikle diplomalı işsizler üzerinde oldukça baskın. Bu işsizler sistem içerisinde işsiz bırakılmalarının, yoksul olmalarının nedeni olarak göçmenleri görüyor. Var olan tüm öfkesini savunmasız göçmenlere yönlendiriyor. Oysa ki bu öfkeyi, yani okun sivri ucunu yönlendirmemiz gereken yer kapitalizmdir, küreselleşmedir” dedi. Ercüment Akdeniz, aşırı sağın popülist söylemine karşı, sadece insan hakları bazlı bir söylemle milyonları etkileme şansı olmayacağını belirtti ve bir perspektif tartışmasına ihtiyaç olduğunu dile getirdi.
Dünyada aşırı sağın yükselişte olduğunu belirterek, Türkiye’de bunun izlerini sürmeyi hedefleyen Akdeniz, “Son iki seçimde özellikle ırkçılığın ve aşırı sağın amiral gemisi Zafer Partisi’nin oylarını iyi incelemek lazım. Oylarını konsolide etmeyi sürdürüyor. Irkçı ve göçmen düşmanı söylem Türkiye’de düşüşe geçmedi, aksine güçlenmeye başlayabilir. Aşırı sağı sadece uç partilerde görmek yanlış. AKP’de, CHP’de ve MHP’de, düzen partilerinin hepsinin içinde az çok bu ırkçı popülizm dalgasını görmek mümkündür” ifadelerini kullandı.
Anayasa tartışmalarında ırkçılığın nereye oturduğunu sorgulayan Ercüment Akdeniz, ilk dört maddeye dokunulmadığını belirterek, “Demokratik toplumun inşası için Anayasa üzerindeki kırmızı çizgileri tartışıyor olmamız gerekir” dedi.
Gazze için iyi niyetle gözyaşı dökenlerin Suriyelilere yönelik linç kampanyalarına hiddetle katılabildiğini söyleyen Akdeniz, “Irkçılığın turnusol kağıdı göç ve göçmenlerdir. Dün bu turnusol Kürtlerdi, bugün Suriyeliler başta olmak üzere bütün göçmenlerdir” diyerek sözlerini bitirdi.
Kürtlere yönelik ırkçılık
Oturumda üçüncü olarak konuşan Nurcan Baysal, ırkçı saldırılarda yoğun olarak Suriyeli ve Afgan göçmenlerin gündeme geldiğini belirtirken, buna rağmen Kürtlere yönelik ırkçılığın da azalmadığını dile getirdi.
Batı’da yaşayan ve Kürtçe konuşan Kürtlerle tarım işçilerinin en yoğun olarak ırkçılığa maruz kalan gruplar olduğunu dile getiren Baysal, Urfa’dan Samsun’a gidip ırkçılar tarafından öldürülen Perihan Akın’ın bunlardan sadece birisi olduğunu, katillerin Kürt tarım işçilerinin yaşadıkları yere ithafen “Domuz avına çıktık” dediklerini hatırlattı. Daha yakın zamanda Konya’da polisten koruma ve destek istenmesine rağmen komşuları tarafından katledilen Dedeoğlu ailesi cinayetini, yine Erbil’den turist olarak gelen Kürtlerin saldırıya uğradığını hatırlatan Baysal, Yapı inşaatta çalışan Kürt işçilerin Kürtçe konuşmasının yasaklandığını belirtti.
Baysal şöyle devam etti:
“Her çocuk ‘dört yanımız düşmanlarla çevrilidir’ düşüncesiyle büyüyor. Barış isteyen, savaş istemeyen herkes düşman olarak gösteriliyor. Kürtler, Ermeniler hiç değişmeyen düşmanların başında geliyor. Kürt sahipsiz , Kürt’e vurmak serbest düşüncesi her yerde. Benim gözlemim ırkçılık özellikle genç kuşakta çok yaygın bir şekilde kendini gösteriyor.
İnsani duygudaşlığa dayanmak durumundayız, İnsanlığa ve kardeşliğe daha çok vurgu yapmalıyız. Bu söylemler için siyasetçileri de zorlamalıyız. Şefkat, merhamet, vicdan unutulmuş bir durumda. Bu duyguları ortaya çıkartacak mücadele biçimlerini örmeliyiz.”
Geçici bir dönem
Toplantıda son olarak konuşan Bekir Berat Özipek, içinde bulunduğumuz dönemin iyimser olmak için zor gözüktüğünü, ancak bunun geçici olduğunu unutmamak gerektiğini, umutvar olmak için sebepler olduğunu söyledi.
Demokrasi dalgaları yükseldikçe ters dalgaların da yükselebildiğini dile getiren Özipek, “Geçici bir dönem olsa da, bu krizleri rahatlatmıyor. Bu kriz dönemleri çok büyük hasarlar da bırakıyor. Irkçılığı çok yakınlarımızda, hiç konduramadığımız insanlarda bile bir enfeksiyon gibi görebiliyoruz. ‘Irkçı değilim ama…’, ‘ırkçılıksa ırkçılık’ gibi cümleler oldukça yaygın kullanılmakta ve çevremizde çokça duyulmaktadır. Bir fikri yıkmak için zayıf tarafına değil, en güçlü olduğu tarafına saldırmak gerekir. Biz milliyetçiliği konuşmalıyız. Milliyetçiliği tartışmalıyız. Dünyaya milliyet perspektifinden bakanlara karşı adalet perspektifini savunmalıyız” ifadelerini kullandı.
Milliyetçiliğe ve ırkçılığa karşı bu toplantıdaki birlikteliği çok değerli gördüğünü dile getiren Bekir Berat Özipek, “Irkçı dalgayı geriletmek mümkün, dezavantajlarımız var ancak avantajlı olduğumuz alanlar da mevcut. Üniversitede bir çalıştay yapmıştık. Öğrenciler derslerde gerek dersi ve anlatılan konuyu, gerekse gündelik yaşantıdaki herhangi bir problemi kendine dert edinmez iken, konu Suriyeliler ve göçmenler olunca hemen başını kaldırıp ezberleri anlatmaya ve tepki vermeye başlıyorlar. Ortalıkta dolaşan sahte bilim ile cevaplar üretmeye başlıyorlar. ‘Türk nüfusu azalacak, Arap nüfusu artacak, eriyoruz’ gibi söylemlerle, ırkçıların dünyanın farklı ülkelerindeki benzer argümanlarını sıralıyorlar. Bu geçmişte Kürtler için anlatılıyordu, Kürtlerin nüfusu artıyor, Türk kalmayacak gibi. Almanya’da da ırkçılar bu söylemleri Türkler ve diğer göçmenler için kullanıyor” dedi.
Özipek, “Bugün milliyetçiliğin yükseldiği bir dönemde, doğru yerde durmanın, insan olmak bakımından tartışılmaz bir önemi var” diyerek sözlerini noktaladı.
Seçim sonrası oluşan yeni tablo ve işçi sınıfı siyaseti
Son oturumda konuşan Sinan Özbek, yakın geçmişin bir değerlendirmesini yaparken seçim sonuçlarının herkes açısından sürpriz olduğunu, CHP’deki yükselişin kalıcı olmadığını, stabilize etmek için politika geliştirmek zorunda olduklarını ifade etti. Bu oluşan yeni siyasi tabloda CHP’nin belediyelerde ne yapacağının ve merkez sağda bir parti oluşup oluşmayacağının belirleyici olacağını ifade etti. Özbek, AKP’nin de yeni bir strateji geliştirmeye çalıştığını, ancak bu noktadan geri dönerek yeniden bir alternatif olarak görünmesinin zor gözüktüğünü söyledi.
Sinan Özbek şöyle devam etti:
“Sosyalistlerin gözünü dikecekleri yerin büyük siyasi partiler değil, İbrahim Oktugan’ın öldürülmesine karşı tepkide ortaya çıktığı gibi binlerce insanı sokağa döken, daha önceden pişen bir öfkenin ürünü olan hareketlere bakmak. Yoksul kitlelerin hareketlenmekte olduğunu görmemiz gerekir, CHP’yi sandıktan birinci çıkartan, merkez sağdaki boşlukla birlikte, budur. Siyaset yaparken gözümüzü çevireceğimiz yer işçi sınıfı, onun içinde bulunduğu durumdur. Aksi takdirde; Kılıçdaroğlu-Özel güzellemesine, başka birinin peşine takılarak siyaset yapmak siyasetsizliğine dönüşür.”
Alt sınıfların perişan vaziyette olduğunu hatırlatan Özbek, yoksulların bir siyasetin manevralarıyla da kurtuluşları olmayacağını söyledi, “Egemen sınıflar muhtemelen bu aşağıdaki kaynamayı görerek bunu durduracak bir iktidar değişikliğini gerekli görmektedir” diye konuştu.
Irkçılığın kapitalist sistemin entegre politikalarından biri olduğunu vurgulayan Sinan Özbek, “Böyle görmezsek vereceğimiz anti-ırkçı politikalar ve mücadeleler boşluğa düşer. Söylem düzeyinde kalan, ifade düzeyinde kalan, hümanist çağrışımları olan şeyler olarak kalır” ifadelerini kullandı. Özbek, siyasi mücadelenin ancak örgütlü güçlerle yapılabileceğini hatırlatarak, çeşitli fay hatları üzerinden aynı düşünen tüm insanları yan yana getirmek gerektiğini vurguladı.
Emperyalizmin krizi ve direniş
Son oturumda ikinci konuşmacısı Yıldız Önen ise dünyada İkiz Kuleler’in vurulmasıyla yeni bir dönemin açıldığını, “Önleyici savaş” doktrininin çıktığını, bugün İsrail’de gördüklerimizin bunlar olduğunu vurguladı:
“Bu gerekçeyle Afganistan ve Irak’ı işgal etmişlerdi. Ancak burada ABD kendi hegemonyasını pekiştirmeye çalışırken tam tersini de yarattı. Kendi rakibini de yarattı, iki kutuplu dünyaya doğru tekrar gidiyoruz. ABD ve Çin’in başını çektiği büyük blokun savaşını canlı bir şekilde takip ediyoruz. Doğrudan savaşmıyorlar ama Ukrayna, Filistin, Suriye her yerde karşı karşıya geliyorlar. Bunların altında Marx’ın kapitalizmin kriz analizi yatıyor. Ekonomik çıkarların çatışması birçok yerde savaşa dönüşüyor, büyük emperyalistler ve altemperyalist güçler böyle manevralar yapıyorlar. Ancak bir yandan da kitlesel hareketler çıkıyor. Antikapitalist hareket dediğimiz süreç 2002’den 2007’ye bütün dünyayı etkiledi, kapitalizmin o dönemki rezaletini ortaya çıkaran bir dönemdi. Bazı kazanımlar elde etti. Sonra 2011’de Arap Baharı başladı, diktatörlüklerin yıkılabileceğini gördük.”
İçinde yaşadığımız dönemin büyük bir ekonomik kriz tarafından belirlendiğini, bunun jeopolitik krizlere yol açtığını, birçok savaşın bu yüzden devam etmekte olduğunu ifade eden Yıldız Önen, “beklenmeyen olaylar” silsilesi yaşandığını hatırlattı.
Son 3-4 aydır devam eden eylemlerin öncekilerden bir farkı olduğunu vurgulayan Önen, “Örneğin İngiltere’de hafta sonları yapılan kitlesel gösterilerin yanı sıra, hafta içi işçi sınıfını da içeren birer, ikişer saatlik eylemler yapılıyor. Sonuçta grevlere gittiğinizde siyaset üzerinde daha büyük bir sözünüz oluyor” ifadelerini kullandı.
68’de öğrenci eylemlerine saldırılar nedeniyle sendikaların grev kararı aldığını, 10 milyon işçinin greve çıktığını hatırlatan Yıldız Önen, içinde yaşadığımız sürecin 68 Fransa’sına dönmesi için mücadele etmeye devam edeceklerini ifade etti.
Enternasyonal Dayanışma tartışmaları, çektirilen hatıra fotoğrafı ve İstanbul’un her iki yakasında her Perşembe günü gerçekleşen toplantılara yapılan çağrıyla sona erdi.