14 Mayıs
Göç Masasında “Arap Ülkelerinden Gelen Akademisyenler” konuşuldu
Göç Masası programında, Prof. Dr. Bekir Berat Özipek ve Araştırmacı Hilal Köroğlu Medipol Üniversitesi tarafından 2021 yılında hazırlanan “Arap Ülkelerinden Gelen Akademisyenler Çalıştay Raporu”nu değerlendirdiler. Yapılan tespitler şöyle:
“Türkiye’ye önemli bir göç yaşandı. Bizler akademisyeniz, buraya gelen göçmen akademisyenlerle ilgilenmek zorundayız. Türkiye’de akademi bu konuda çok iyi sınav vermedi.
Akademisyenler başka ülkelere zorunlu göç ettiğinde gittikleri ülkede dayanışma sağlanır. Bu noktada biz de dayanışma olması için, mevcut durumu, sorunları tespit edip, çözüm önerileri oluşturmaya çalıştık.
Bazı akademi yöneticileri, gelenler Arap olduğu için faydaları bir yana varlıklarını dışlıyor. Bazı akademi yöneticileri da akademisyenleri elde tutamadıkları için hayıflanıyorlar.
Göçmenlerin mesleklerini yapmalarına izin vermiyoruz, pek çok bariyer koyuyoruz. Üniversiteler Suriyeli Mısırlı akademisyenlerden yararlanmıyorlar, bazıları ideolojik körlüklerinden, bazıları habersiz olduklarından. Bir de lonca mantığı var, dışardan mesleğimize kimseyi almayalım mantığı var.
Bunu doktorlara da yapıyorlar. Hatta eğitimini Türkiye’de yapmış Arap doktorlara bile engel çıkarıyorlar.
Biz 2016 yılında da Arap ülkelerinden gelen akademisyenlerle ilgili bir çalıştay yapmıştık. 2016’dan 2021’e geçen 5 yılda ne değişti, görmek istedik. Maalesef çok fazla bir şeyin değişmemiş olduğunu gördük. Muhtemelen bu süreçte biz de eksik kalmış olabiliriz, yeterince bu konu üzerine gitmemiş olabiliriz.
Akademisyenlik bilgileri bir yana, Arapça eğitim için bile bu insanlardan yararlanamadık. Bugün gündelik pratik konuşmada zorluk çeken Arapça öğretmenlerimiz var, ama göçmen akademisyenlerden bu eksikliğimizi gidermek için yararlanamadık.
Buraya göç eden akademisyenlerden diploma temini konusu önemli bir problem. Diploması yanında olmayanlardan, geldiği ülke makamlarından diploma elde etmesini istiyoruz, ama zaten kaçıp geldiği rejimden bunun istenmesi mantıklı değil.
Arapça dilinin daha yaygın eğitim konusu haline getirilmesi gerekir. Bunun için kaynak bu gelen akademisyenler. Ama önyargılar nedeniyle bu akademisyenlerin katkısı alınmıyor. Bunu özellikle devletin organize etmesi gerekir.
Önemli bir husus da şu: Bu ülkeler düzeldiğinde, akademisyenler ülkelerine dönecekler. Burada iyi bir ortam yaratılırsa, döndüklerinde Türkiye için daha olumlu düşünmüş olacaklar.
Bir nükleer fizikçiye görevli memur “niye geldiniz” diye sorabiliyor. Bu akademisyen sonrasında İskandinavya’ya gitti.
Akademi için hangi ülkeden geldiği değil, standartlar önemlidir. Akademi, YÖK bu konuda çözüm için üretilen raporları göz önüne almalı, akademisyenlerin katkısı sağlanmalıdır. Göçmen akademisyenler de katkı sunmak istiyorlar.
5 yıl önceki araştırmamızda, pek çok göçmen akademisyen burada kalmak istediğini söylemişti. Ama ikinci raporda bu akademisyenlerin bir kısmının artık burada olmadığını gördük.
Türkiye bu konuda elindeki fırsattan yararlanamıyor. Elbette sadece akademisyenlerden değil, her türlü göçmen işgücünden yararlanmanın yolları bulunmalıdır.”
https://gocgunlugu.com/H-goc-masasinda-arap-ulkelerinden-gelen-akademisyenler-konusuldu-282
15 Mayıs
AB’nin onayladığı Sığınma ve Göç Anlaşması neler öngörüyor, Türkiye’yi nasıl etkileyebilir?
Avrupa Birliği’nin (AB) yürütme organı olan Avrupa Komisyonu, düzensiz göçün önlenmesi amacıyla daha sıkı önlemler içeren yeni Sığınma ve Göç Anlaşması’nı onayladı.
Anlaşma, Türkiye’nin de aralarında bulunduğu AB üyesi olmayan geçiş ülkeleri ile ortaklıkların güçlendirilerek yasa dışı göçün önlenmesini de içeriyor.
İnsan hakları kuruluşlarına göre, yeni anlaşma çok sayıda sığınmacının Türkiye ve Tunus gibi “geçiş ülkelerine” geri gönderilmesine yol açacak.
Anlaşma hangi düzenlemeleri içeriyor?
Yaklaşık sekiz yıllık tartışmanın ardından kabul edilen düzenlemede dikkat çeken bölümler şöyle:
- Anlaşma uyarınca Yunanistan, İtalya ve İspanya gibi “giriş ülkelerinin” yükünü azaltacak bir ‘zorunlu dayanışma’ mekanizması oluşturulacak.
- AB üyesi diğer ülkeler belirlenen asgari oranda sığınmacı kabul etmek zorunda olacak. Kotanın üzerinde göçmen kabul eden ülkelere belirli bir tazminat ödenecek.
- Sığınmacı almayı reddeden AB üyesi ülkeler ise, reddettiği kişi başına 20 bin euro ödemek zorunda kalacak.
- Sığınma talebinin 12 hafta içinde karara bağlanması, olası ret durumunda sığınmacının ülkesine dönüşünün sağlanması amaçlanıyor.
- Reddedilme olasılığı yüksek olan sığınmacıların işlemlerinin hızlı şekilde bitirilmesine öncelik verilecek.
- Yeni anlaşma uyarınca, ani sığınmacı akını gibi bir gelişme karşısında üye ülkelerin kriz durumu ilan etmesi ve sığınma prosedürlerini geçici olarak askıya almasına izin verilecek.
- AB sınırlarına vize koşullarına sahip olmadan giren kişiler, 7 güne varan bir süre boyunca kimlik tespiti, biyometrik verilerin toplanması, sağlık ve güvenlik kontrollerinin de dahil olduğu bir giriş öncesi zorunlu tarama işlemine tabi tutulacak.
- Sığınma başvurusu yapan kişilere yapılacak değerlendirme sürecinde, ortak kriterler üzerinden hareket edilecek.
- Çocuklar da dahil bütün sığınmacılar, parmak izleri ve yüz görüntüleri de dahil olmak üzere Eurodac veri tabanına kaydedilecek.
- Bu veri tabanında, kaçak göçmenlerin güvenlik tehdidi oluşturup oluşturmadığı, şiddete başvurup vurmadığı ya da silahlı olup olmadığı bilgileri yer alacak.
- Sığınma hakkı verilen kişilere tanınan haklar her üye ülke için standart olacak.
- Üye ülkeler, Avrupa Birliği Sığınma Ajansı’ndan (EUAA) gelen bilgilere dayanarak, sığınmacıların ayrılmak zorunda oldukları ülkelerdeki durumu değerlendirerek, mülteci statüsünü düzenli olarak gözden geçirecek.
- Barınma, eğitim ve sağlık hizmetleri gibi konularda sığınmacılar için eşdeğer kabul standartları sağlanacak.
- Sığınma talebinde bulunanlar, başvuru tarihinden en geç 6 ay sonra çalışmaya başlayabilecek.
AB üyesi olmayan ülkeler anlaşmaya nasıl katkı sağlayacak?
Yeni Sığınma ve Göç Anlaşması, sığınmacı sorununun AB üyesi olmayan ülkeler ve Birleşmiş Milletler (BM) kurumlarının yer aldığı “uluslararası ortaklıklar” sayesinde çözülmesini öngörüyor.
AB, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu geçiş ülkeleri ve göç veren ülke yönetimleriyle işbirliğini güçlendirerek düzensiz göç ve insan kaçakçılığı ile mücadele edecek.
AB yönetimi, bu amaçla 2016 yılında Türkiye ile Mültecilerin Geri Kabulü Anlaşması’nı imzalamıştı.
AB daha sonra Tunus, Moritanya ve Lübnan ile “ekonomik destek” karşılığı benzer anlaşmalara imza attı.
AB yönetimine göre yeni anlaşma, sınır yönetimi, geri dönüş ve geri kabul alanlarında öncelikli ortaklarla işbirliğini genişletirken, göçün etkenlerini ele almaya yönelik kalkınma çabalarını da destekliyor.
Sığınma ve Göç Anlaşması neden gündeme geldi?
Suriye ve Irak’taki çatışma bölgelerinden kaçan 1 milyondan fazla kişinin 2015 yılında Avrupa’ya gelmesi nedeniyle ciddi bir “sığınmacı krizi” ortaya çıktı.
Geçen yılın sonunda Avrupa Parlamentosu, üye ülkeler ve Avrupa Komisyonu, yeni Sığınma ve Göç Anlaşması üzerinde anlaşmaya vardı.
Yasal düzenleme, 10 Nisan’da Avrupa Parlamentosu’nda 266’ye karşı 322 oyla kabul edildi.
Yasal düzenleme tam olarak ne zaman yürürlüğe girecek?
Komisyon tarafından onaylanan yasa, AB resmi gazetesinde yayımlandıktan sonra yürürlüğe girecek.
AB üyesi ülkelere, iç hukuklarını göç anlaşmasına uygun hale getirmeleri için iki yıl süre verilecek. Yasal düzenleme, AB genelinde iki yıl sonra tamamen hayata geçirilmiş olacak.
Anlaşmaya yönelik eleştiriler neler?
Anlaşmaya karşı olan bazı sol partiler ile insan hakları örgütleri, düzenlemenin “insanlık dışı bir sisteme yol açacağını” savunuyor.
“Güvenli üçüncü ülke” kavramının daha geniş bir şekilde yorumlanması nedeniyle, anlaşma kapsamında muhtemelen daha fazla insan, aralarında Türkiye ve Tunus’un da olduğu geçiş ülkelerine geri gönderilecek.
İnsan hakları örgütleri, hızlandırılmış sığınma prosedürü nedeniyle sınır ülkelerinde göçmenler için daha kötü koşullar oluşacağını savunuyor.
https://www.bbc.com/turkce/articles/cj7mmpx10gno
16 Mayıs
4 Ayda En Az 26 Milyar TL Mali Kayba Neden Olan Çalışma İzni Sorunu – Muhammed Akta
Tam da kamuda tasarruf ve ekonomiyi iyileştirmeden bahsettiğimiz dönemde yıllarca devletin kasasına girebilecek bir gelir kaleminin kaybından ve işçi istismarına sebep olan çalışma izinleri sorunundan bahsedeceğim.
Türkiye’de bulunan yabancıların, uluslararası koruma ve geçici koruma altındaki kişilerin, Türkiye’de çalışmak için, vatandaşlara uygulanan SGK girişi işleminden önce, Çalışma Bakanlığına bağlı Uluslararası İşgücü Genel Müdürlüğüne müracaat ederek çalışma izni alması gerekmektedir.
Türkiye’de şu anda bulunan yabancı ve sığınmacı sayıları şu şekildedir;
- 3 milyon 115 bin 536 kişi geçici koruma kapsamında.
- 19 bin 17 kişi uluslararası koruma kapsamında.
- 1 milyon 121 bin 586 kişi oturma izinli.
Çalışma yaşı, istisnalar olmakla birlikte dünya genelinde 15 ila 64 yaş arasında gösteriliyor. Çalışabilecek yaştaki (iş gücü) nüfus oranı ise bu yaş aralığındakilerin, toplam nüfusa bölünmesiyle bulunuyor.
Türkiye’de şu an toplam 3,1 milyon geçici koruma kapsamında Suriyeli bulunmaktadır. Bunların içerisinden 15 ila 64 yaş arasındaki erkeklerin sayısı 928 bindir. Bu sayının toplam geçici koruma kapsamındakilere oranı ise yüzde 30’dur. Aynı oranı tüm yabancı ve sığınmacılara uygularsak Türkiye’deki çalışma yaşında olan yabancı ve sığınmacıların sayısının 1 milyon 276 bin 841 kişi olduğu tespit edilir.
Şu anda Uluslararası İşgücü Genel Müdürlüğünün vermiş olduğu toplam çalışma izni sayısı 250 bini aşmamıştır.
Bu da en az 1 milyon kişinin sigorta dışı çalıştığını göstermektedir. Her bir çalışanın devlete olan asgari sigorta ve vergi getirisi en az 6 bin 500 TL’dir. Yani aslında sadece bu yılın ilk 4 ayında bu kişiler kayıtlı çalıştırılmadığı için yaşanan toplam kayıp en az 26 milyar TL’dir.
Bu durumun, Suriye’den Türkiye’ye göçün başladığı 2012 yılından beri devam ettiğini düşünürsek toplam kaybın ne kadar olduğunu siz hesap edin. Üstelik bu hesaplama en düşük maaş ve sadece erkek çalışan sayıları üzerinden yapılmıştır. Öte yandan sigortası yapılmayan 1 milyondan fazla yabancı ve sığınmacı istismar edilmektedir.
Devlet tarafından bu duruma el atılması ve mevcut politikanın revize edilerek bu mali kaybın ve çalışan istismarının önlenmesi gerekmektedir.
16 Mayıs
Göçmenler yoksullaşıyor, evlere kapatılıyor, ayrımcılık sınıfsal temele kayıyor
Göç Araştırmaları Derneğinin (GAR) “İstanbul ilçelerinde kent ve göç ilişkileri” başlıklı raporunun sunumu dün gerçekleştirildi. Raporu Proje Koordinatörü Didem Danış ve Esenyurt incelemesini sürdüren Birgül Çay sundu. İstanbul’daki farklı gruplardan ve sınıflardan göçmenlerin yaşayışına ve problemlerine dikkat çekmek üzere hazırlanan raporda Esenyurt, Zeytinburnu, Kadıköy ve Beyoğlu ilçelerinde araştırmalar yürütüldü.
Farklı siyasi partiler tarafından yönetilen dört ilçede 2023’ün kasım ayından 2024’ün ocak ayına kadar yürütülen araştırmada göçmen politikasını deneyimleyen ve gözlemleyen önemli aktörlerden belediye çalışanları, ilçe sakinleri, sivil toplum örgütleri, emlakçılar, muhtarlar, esnaf, öğretmenler, doktorlar, işverenler ile görüşmeler yapıldı.
Mülteciler kamusal alandan uzaklaştı
Bu görüşmeler sonucunda raporda nüfusu iç ve dış göçle oluşmuş mahallelerde ayrımcılıklar devam etse de bu ayrışmaların giderek etnik temelden çok sınıfsal temelde seyrettiği vurgulandı. Resmi göç verilerine ise şu şekilde yer verildi: Türkiye’de ikamet izniyle bulunan 1 milyon 107 bin 532 yabancının yarısı İstanbul’da yaşıyor. Göç İdaresi Başkanlığının Mart 2024 tarihli verilerine göre kentte geçici koruma statüsünde 530 bin 655 kişi bulunuyor; bu sayı İstanbul nüfusunun yüzde 3,4’üne denk geliyor.
Raporda özellikle 2023 genel seçimleri süresinde göçmen karşıtlığının tabandaki göçmen karşıtlığını da arttırdığı, bu süreç içerisinde denetimlerin hızlandığı vurgulandı. Bu durumun göçmenleri kamusal alandan uzaklaştırdığının altı çizilirken kimi durumlarda göçmenlerin işe dahi gidemediği, ekonomik koşulların yanı sıra bu durumun da göçmenleri yoksullaştırdığı ifade edildi. Raporda ana vurgu göçmenlerin sosyoekonomik konumlarına göre yaşam koşulları ve uğradıkları ayrımcılık seviyesinin farklılaşması oldu. Sunumda iktidar görünürde seyreltme ve denetim politikalarını sıklaştırmış olsa da bunun pratikte bir sonucunun olmadığı ifade edildi.
Esenyurt bir göç laboratuvarı
Raporda Esenyurt’un ucuz konut imkanlarıyla göçmenler için bir çekim merkezi olduğu vurgulandı. Esenyurt’un İstanbul’un en büyük sanayi bölgelerinden biri olması ve üç büyük sanayi sitesi bulundurmasıyla ağırlıklı olarak kol gücüne dayanan enformel iş gücü ihtiyacının, dil bariyerini ortadan kaldırdığı aktarıldı.
Esenyurt’ta özellikle bazı iş kollarında yerli işçi bulunamadığı için yabancı iş gücünün önemli bir boşluğu doldurduğu ifade edildi. Esenyurt’ta Türkiyeli yurttaşların Esenyurt’ta olduğunu düşündüğü göçmen nüfusun gerçeğin çok üstünde olduğu vurgulandı. Artan denetimler ve nefret dilinin göçmen ve mülteci nüfusun kamusal alanda görünürlüğü azalttığının altı çizilerek bu durumun ev içi şiddetin artmasına, kadın göçmenlerin ev içi emek yükünün artmasına, daha güvencesiz koşullarda çalışmaya mecbur kalmasına ve eğitim ve sağlık haklarına erişimde engellerle karşılaşmalarına sebep olduğu ifade edildi.
Halihazırda sağlık ve eğitim hizmetlerine erişim zorken, denetimler ve emek gücünün ucuzlaması ile göçmenlerin gitgide yoksullaştığı vurgulandı. Esenyurt’taki göçmenlerin temel sorunlarından birinin yetersiz kamusal alanlar olduğu vurgulandı.
Patronlar göçmenleri “uysal” olarak nitelendiriyor
Zeytinburnu’nun ise İstanbul’un ilk gecekondu muhitlerinden biri olduğu, neredeyse tamamen iç ve dış göçlerle oluştuğu vurgulanarak mevcut durumda yoğunluklu olarak Suriye, Afganistan, Çin ve Özbekistan’dan gelen göçmenlerin olduğu vurgulandı. Zeytinburnu’nda göçmenlerin bir süre sonra Avrupa yolculuğuna devam ettiği ve yaşam alanlarını yeni göçmenlere bıraktığı ancak bu sirkülasyonun 2023 genel seçimleri öncesinde artan denetimler sebebiyle önemli ölçüde azaldığı ifade edildi.
Göçmenler büyük oranda beraber yaşama isteği taşıyor olsa da, Türkiye’de daha uzun süre yaşayan Suriyeli ailelerin özellikle Türkiyeli aile apartmanlarında oturmak ve Afganların oturduğu yerlerden uzak olmak istediğinin gözlemlendiği vurgulandı. Yine aynı şekilde Suriyeli öğrencilerin ana dili seviyesinde Türkçe konuşabildiği belirtildi.
Yine Zeytinburnu’nda özellikle tekstil atölyelerinin çok yoğun olduğu, işverenlerin ise kayıt dışı ve düşük ücretle çalışan göçmen işçileri ‘sessiz, uysal’ gibi tanımladığı vurgulandı. Sağlık hizmetlerinden yararlanmakta doktorların inisiyatifine bağlı olarak eşit hizmet alabildiği, ancak eğitimde özellikle de yakın zamanda gelen göçmenlerin dil bariyerleriyle karşılaştığı vurgulandı.
Yıkılacak binalar göçmenlere kiralanıyor
Kadıköy’ü büyük oranda daha yüksek statülü, Rusya-Ukrayna savaşı göçmenlerinin tercih ettiği ifade edildi. Kadıköy’ün seküler-ulusalcı profili nedeniyle göçmenlerin yaşamakta zorlandığı yerlerden biri olduğu vurgulandı. Göçmenlerin Kadıköy’de yoğunluklu olarak Fikirtepe’de ikamet ettiği, kentsel dönüşüm bekleyen eski konutların göçmenlere kiralandığı aktarıldı.
Kadıköy’de göçmen yerine ‘expat’ denilen yüksek statülü ve İngilizce bilen göçmenlerin olduğu, Slav uyruklu göçmenler dışında sosyoekonomik konumu daha düşük olan göçmenlerin de kayıt dışı eğlence sektöründe çalışmak için Kadıköy’de yaşadığı vurgulandı.
Beyoğlu’nda aileler ev birleştiriyor
Beyoğlu’nda diğer ilçelere kıyasla özellikle Tarlabaşı gibi semtlerde çok uzun süredir yerli ve yabancı nüfusun bir arada yaşaması sebebiyle kamusal alanların ve yoksulluğun paylaşıldığı tespit edildi. İlçedeki turizm, eğlence, yeme içme, imalat gibi sektörlerin kayıt dışı çalışmaya olanak sağlamasının Beyoğlu’nun tercih edilmesindeki önemli sebeplerden biri olduğu ifade edildi. Ukraynalı ve Rus göçmenlerin ise daha çok Cihangir gibi daha lüks semtlerde oturduğu, göçmenler arasında hiyerarşik farkın burada da ortaya çıktığına dikkat çekildi.
Hem göçmen hem de Türkiyeli ailelerin yoksullaşarak barınma sorunu çektiği, çözüm olarak ise birkaç ailenin evlerini birleştirerek yaşamaya başladığı aktarıldı. Yine özellikle Tarlabaşı’nda emniyet görevlilerinin bölgeyle çarpık ilişkileri olması nedeniyle bölgede mafyatik ilişkilerin, uyuşturucu satıcılarının arasında anlaşmazlık ve satıcıların bölge paylaşımının etkili olduğu; bu gruplar tarafından göçmen ve yerel yalnız kadınların hedef belirlendiği ve uyuşturucuya alıştırılarak fuhşa, hırsızlığa zorlandığı belirtildi. Beyoğlu’nda yerel yönetimin sorumluluğu açısından, muhtarların mahallelinin kendilerine yoksullukla ilişkili konularda ihtiyaçlarını belirttiklerini, ancak bu durumun çözülemediğini anlattıkları aktarıldı.
16 Mayıs
Göçmen karşıtlığı sömürü düzenini besliyor – Cenk Saraçoğlu
Türkiye ve dünyada göçmen karşıtlığı ve buna bağlı sağ hareketlerdeki yükseliş üzerine tartışmalar sürüyor. Ekonomik sorunların nedeninin göçmenler olduğuna dönük propaganda yürüten hareketlerin etkisinin yalnızca siyasi-ideolojik alanla sınırlı kalmadığını ifade eden Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü Öğretim Üyesi Sosyolog Prof. Dr. Cenk Saraçoğlu, ‘yükselen’ bir akımdan ziyade yerleşik siyasal bir platform değerlendirmesinde bulunuyor.
Göçmen düşmanı propagandanın göçmen emeği üzerinden kurulan sömürü sistemini; bu sömürü sisteminin ise göçmen düşmanlığını beslediğini ifade eden Saraçoğlu, sol-sosyalist hareketlerin rolüne işaret ederek “Halkın talep ve rahatsızlıklarını temsil edebilir özne” olmanın önemini vurguluyor. Prof. Dr. Saraçoğlu ile göçmen karşıtlığı ve yükselen sağ hareketlere dair gazetemize değerlendirmelerde bulundu.
Toplumun bıkkınlığından besleniyorlar
Dünyada ırkçı-milliyetçi siyasal akımların göçmen karşıtlığına dayalı propaganda ile yükselişe geçtiğini ve hatta bazı ülkelerde iktidarı ele geçirebilecek kadar güçlendiğini görüyoruz…
Aslında köklü bir olgudan bahsediyoruz. 1990’larda, 2000’lerde Avusturya Özgürlük Partisinin, Fransa’da Ulusal Cephenin, Belçika’da Vlaams Blokunun ve İtalya’da Kuzey Liginin yükselişine bakılarak neofaşizmin tehlikeli yükselişine dair analizler yapılıyordu. Bu hareketler bugünkü ırkçı-faşist eğilimli partiler ne söylüyorsa aşağı yukarı aynısını söylüyorlardı: “Göçmenler halkın yaşadığı ekonomik sorunların esas sorumlusudur ve kültürel/ulusal birlik için tehdittir.”
Bugün aynı söylem etrafında örgütlenen hareketler dünyanın farklı coğrafyalarına yayılmış ve yalnızca genel siyasi-ideolojik haritayı etkilemekle kalmıyor, iktidara gelebiliyorlar. Artık “yükselen” bir akımdan değil, yerleşik bir siyasal platformdan bahsediyoruz.
Ortak noktaları toplumun “merkezdeki” düzen partilerine ve yerleşik liberal demokratik kurumlara yönelik bıkkınlığından beslenmeleri. Örgütlü solun ve işçi sınıfı hareketinin etkisizliği karşısında sahte düzen karşıtı görüntüyle büyüyorlar.
Türkiye’nin özgün yanları var
Türkiye’de yükselen göçmen karşıtlığı dünyadaki durumun uzantısı olarak görülebilir mi?
Mültecilerin ekonomik bir yük, kültürel/ulusal bir tehdit olduğuna dair çekirdekteki söylem burada da geçerli. Diğer ülkelerde olduğu gibi göçmen karşıtlığı burada da bir depolitizasyon makinesi gibi işliyor. Yani sermaye düzeni ile ilişkili gerçek rahatsızlıklar göçmenlere yükleniyor ve böylelikle sorunların esas kaynağı ile politik mücadele potansiyeli baltalanıyor.
Türkiye’deki göçmen karşıtlığı Batı Avrupa ile kıyaslandığında nispeten yeni bir olgu. Türkiye’ye yönelen göçün hacmi, karakteri ve dinamikleri dışında göç alan bir ülke olarak Türkiye’nin uluslararası kapitalist sistem içerisindeki yeri de farklı. Bu yüzden farklı özellikler de içeriyor. Türkiye’de yaşananı küresel eğilimin bir uzantısı olarak görmekle yetinmek kendine özgü boyutları gözden kaçırmamıza yol açabilir.
Türkiye’ye özgü yanlar neler peki?
Öncelikle göç dalgasının ve göçmen karşıtlığının AKP iktidarı döneminde yaşandığını göz önüne almak gerekir. AKP, sıradan bir siyasal parti değil; siyasal ve ideolojik dönüşüm temelinde yeni bir rejim inşa etmek istiyor.
Örneğin Osmanlı geçmişini ve Sünni kimliği merkeze alan yeni bir millet anlayışını egemen kılmak istiyor. Ülkemize özgü siyasal ve ideolojik zemini göz önüne almamız lazım. Bir de bu göçmen karşıtlığının Türkiye’de nasıl özel sonuçlar doğurduğunu daha iyi anlamak için özellikle Suriyelilerin çok hızlı bir şekilde işçileşerek özel bir paralel emek rejimine tabi olduklarını da göz önüne almak gerekiyor.
Göçmen karşıtlığı genel siyasal atmosferi etkiliyor, fakat en temelde paralel emek rejiminin devamı ve yeniden üretimi için önemli bir rol oynuyor.
Engeller göçmen emeği sömürüsü ile aşılıyor
Türkiye’de göçmenlere/mültecilere uygulanan özel emek rejiminin sürdürülebilmesi ile bu bahsettiğiniz göçmen düşmanlığının nasıl bir ilgisi var?
Suriye’deki savaşın ilk evrelerinde geniş bir mülteci nüfus geçici koruma statüsü ile Türkiye’nin farklı şehirlerinde iş-ekmek peşine düştü. Sigortalı çalışmalarının önüne pek çok yapısal engel konulduğundan çeşitli emek-yoğun sektörlerde kayıt dışı istihdama dahil olarak hızlı şekilde işçileştiler. Rakamlar muhtelif ancak çeşitli raporlardan yola çıkarsak neredeyse 1 milyon Suriyeli işçi bu durumda. Afganistanlı, Iraklı, İranlı göçmenler de benzer bir işçileşme süreci yaşadı.
Mülteci işçiler en zorlayıcı işlerde düşük ücretlere, daha uzun çalışma saatlerine tabi olarak çalıştırıldılar. Ücret hırsızlığı gibi istismarlara ve iş yerinde şiddete daha açık maruz kaldılar. Bu durum en temelde “sığınmacı”ların emek gücüne buranın vatandaşlarına göre daha az değer biçilmiş olmasından kaynaklanıyor. Mültecilerin Türkiye’de yaşayabiliyor olmaları bile bir lütuf olarak görülüyor. Bu egemen mantığın temelinde mülteci işçilerin emek güçlerinin yeniden üretimi için asgari ihtiyaç ve maliyetlerin bir Türkiyeli işçiye göre daha düşük bir düzeyden belirlenmesi anlayışı yatıyor.
Paralel emek rejiminin kurucu unsuru bu; Türkiye sermayesi bu ülke vatandaşı olan işçilerin tabi olduğu sömürü ve tahakkümün daha da artırılmasının önündeki engelleri başka bir ülkeden buraya sığınanları emek süreçlerine eklemleyerek aşma imkanına kavuştu. Bahsettiğimiz bu yaygın göçmen düşmanlığı işte bu emek rejiminin yeniden üretimi için de hayati bir rol oynuyor.
Şiddet ihtimali göçmenleri savunmasız kılıyor
Göçmen düşmanlığı mültecinin emek gücünü daha değersiz gören anlayışın doğallaşmasına katkıda bulunuyor. İş yerinde mülteci işçilere yönelik ağır hak ihlalleri, istismar ve hatta cinayetler söz konusu oluğunda toplum içerisinde bir duyarlılığın ortaya çıkmasını engelliyor. Göçmen düşmanlığının Türkiyeli işçilere de nüfuz etmesi göçmenlerle Türkiyeli işçiler arasındaki dayanışma ilişkilerinin gelişmesini engelliyor. Mülteciler ağır çalışma koşulları karşısında seslerini çıkardıklarında yalnız kalacaklarını bilerek hareketsiz kalıyorlar.
Göçmenler kamu otoritelerine de yaşadıkları istismar ve şiddeti taşıyamıyorlar, çünkü geçici korumanın iptali, geri gönderme gibi tehditler başlarında Demokles’in Kılıcı gibi sallanıyor. Bir de yaşadığı mahallede, izlediği televizyonda, baktığı telefonunda göçmen düşmanlığının filtresiz, en kaba haliyle dışa vurulduğunu gören mültecilerin yaşadıkları sömürü koşullarını seslendirmeye cesaret bulamayacaklarını tahmin etmek zor değil.
Pogroma varan girişimler ortaya çıktı biliyorsunuz. Altındağ örneğini hatırlayalım. Her an, her yerden gelebilecek şiddet ihtimali, mülteci işçileri toplumsal hayatın tamamında ve iş yerlerinde savunmasız kılıyor; onlar üzerinde bir disiplin mekanizması olarak işliyor.
Hassasiyet insani koşullara değil, sömürü sistemine
Göçmen düşmanlığının son görünümü Dünya Bankasının şartlı kredisi üzerinden oldu. Sermayenin ucuz iş gücü ihtiyacı gözetildiğinde karar ve tartışmalar ne anlama geliyor?
2013’te AB’nin Türkiye ile imzaladığı geri kabul anlaşmasından muradı göçmenleri Türkiye’nin kendi sınırları içerisinde tutmasıydı. Uluslararası kurumların raporlarında, Batı ülkelerinin resmi temsilcilerinin açıklamalarında övgüyle bahsedildiği gibi AKP iktidarı bu görevi büyük bir başarıyla yerine getiriyor!
İktidar bu boyuttaki mülteci nüfusu insanlık dışı çalışma koşullarında işçileştirerek; toplumdaki yaygın göçmen düşmanlığı üzerinden de kontrol ve disiplin altında tutarak yönetiyor.
Türkiye’ye övgüler sıralayan uluslararası kuruluşlar yaptıkları anlaşmalarla, güya sundukları finansal yardımlarla bu bahsettiğimiz paralel emek rejiminin yeniden üretimine katkıda bulunuyorlar. Dünya Bankasının onayladığı 18 milyar dolarlık ek kredinin mültecilere istihdam sağlanması koşuluna bağlanması da bu bağlamda düşünülmeli. Bahsedilen kredinin temellendirildiği metne bakıldığında Türkiye’nin Suriyeliler için yaptığı ev sahipliği övülüyor. Aynı belgede verilen kaynakla yaratılacak formel istihdamın yarısının mültecilere sağlanması hedef olarak konulmuş.
Bu sözüm ona hassasiyetin mültecilerin insani koşullara kavuşması kaygısı tarafından belirlendiğini düşünmek saflık olur. Bu aslında merkezdeki kapitalist devletlerin göçü kendi ihtiyaçlarına göre filtreleme; yani gerektiğinde ihtiyacı olan profilde göçmeni alıp gerisine sınırları kapatma anlayışıyla uyumlu. Metin neredeyse Türkiye’nin mültecileri kendi topraklarında idare merkezi rolünü sürdürmesi durumunda uluslararası fonlardan, kredilerden istifade edebileceğini ima ediyor.
Sosyalistler birlikte mücadele vurgusunda doğru pozisyon aldı
Sosyalist güçlerin göçmen sorunu konusundaki rolüne dair neler düşünüyorsunuz?
Türkiye’de sol açısından göçmen ve mülteci meselesi oldukça zorlayıcı bir konu. Çünkü göçmen karşıtlığı düzen siyasetinden rahatsız, arayış içerisindeki emekçileri tesiri altına almış durumda. Bu yalnızca Türkiye’ye has bir sorun değil; tabanlarını hızlı şekilde göçmen karşıtı, popülist sağa kaptırabilen Avrupa ülkelerindeki sol partiler için de geçerli bir durum.
Türkiyeli sosyalistler siyasal iktidarın göçmen emeği sömürüsüne nasıl göz yumduğunu göstermek, geri kabul anlaşmasını mahkum etmek, göçmen düşmanlığının karşısında bu ülkede yaşayan her kökenden emekçinin birlikte mücadele etmesi gerektiğini vurgulamak konusunda bence ortak ve doğru bir pozisyon oluşturdular.
İlkesel doğrular yetersiz kaldı
Fakat ilkesel olarak doğru pozisyonda olmak tek başına yeterli olmayabiliyor. İstediğiniz kadar göçmen karşıtlığının neye hizmet ettiğini anlatın birilerinin “Geri gönderelim, bu iş bitsin” diye kestirip attığı bir yerde insanlar günün sonunda size şu soruyu soracaktır: “Bu kadar göçmenin durumu ne olacak, siz ne yapacaksınız?”
Bu soru karşısında sol hem toplumdaki haklı kaygılara seslenebilir hem de insan onuruna uygun bir genel program sunabilir. Fakat bunun etkili olması için öncelikle sosyalistlerin bugün halkın karşı karşıya kaldığı sermaye düzeninden kaynaklı genel talep ve rahatsızlıklarını temsil edebilir bir özne haline gelmesi gerekir. Yani sosyalistlerin göçmen meselesinde benimsediği ilkesel pozisyonu topluma aktarabilmesi; halkın bütünü nazarında güçlü bir odak haline gelmesine bağlı biraz da. Doğru fikirlerin maddi bir etki doğurabilmesi bu fikirlerin güçlü, kuvvetli siyasal özneler tarafından taşınmasıyla mümkün olabiliyor ancak.
https://www.evrensel.net/haber/518480/gocmen-karsitligi-somuru-duzenini-besliyor
17 Mayıs
RÖPORTAJ | “Türkiye’de 350 bin yabancı öğrenci var, yüzde 95’i kendi parasıyla okuyor, öğrenci nüfusu demografik olarak dağıtılmalı”
Bülent Şahin Erdeğer
Uluslararası Öğrenci Dernekleri Federasyonu (UDEF) 18 yıl önce başlayan misafir öğrenci çalışmalarının bu zaman zarfında ortaya çıktı. UDEF çatı kuruluşu olarak kendisine bağlı 63 uluslararası öğrenci derneği ve temsilcilikleri ile ülkemizin 76 şehrinde 75 bin misafir öğrenciye, yurtdışında da onlarca partner kuruluşla binlerce insana temas ediyor.
UDEF Başkanı Abdullah İslam ile Türkiye’de zaman zaman hedef tahtasına konan yabancı öğrencilerin durumunu, uluslararası öğrencilere yönelik ırkçı söylemleri konuştuk.
Röportajdan öne çıkanlar:
Yabancı öğrenciler Türkiye’nin elçileri oluyor
350 bin uluslararası öğrenci sayısına ulaştı Türkiye. Hakkâri dışındaki bütün illerde uluslararası öğrenci var. En az öğrencinin olduğu il, Muş ilimiz, Muş Alparslan Üniversitesi’nde en az öğrenci var. Tabii ki takdir edersiniz ki en fazla öğrenci İstanbul’da. Uluslararası öğrencilerin 3’te 1’ine İstanbul ev sahipliği yapıyor. Diğer kalan kısımlar Ankara, İzmir, bir de bahsettiğimiz Karabük, belli başlı yerlerde de uluslararası öğrenci sayısı artmış durumda gözüküyor.
Uluslararası öğrencilerin; bulunduğu ülkeye, bulunduğu ortama çok ciddi ekonomik katkıları oluyor. Şu anda Türkiye’deki 350 bin uluslararası öğrencinin ülke ekonomisine yıllık katkısı yaklaşık 2,5 milyar-3 milyar dolar arasında.
Öğrenci nüfusunda demografik düzenleme yapılmalı
Yabancı öğrenciler düzensiz göçmen değil, düzenli göçmen statüsünde. Göçmen statüsünde olduklarından, düzensiz göçmen politikalarının bir parantezine alınmış durumdalar şu anda. Öncelikle yasal bir düzenleme gerekiyor bu noktada.
Öğrenci, kendi bulunduğu ülkedeki Türkiye Büyükelçiliğine veya Konsolosluğuna başvurusunu yapar. Vize süreçlerini başlatır. Üniversitelerin yabancı öğrenci sınavları vardır ki ÖSYM bu sene bunu merkeze olarak yapıyor.
Sınavlara girer. Sınavlardaki sınav sonucuna göre ilgili üniversiteler için tercihte bulunur. Bu tercihlerine göre üniversiteden kabul yazısı alır.
Kabul yazısı aldıktan sonra da artık vizesinin çıkma durumuna göre uluslararası öğrenci Türkiye’ye gelir. Dolayısıyla kayıt dışı diye bir durum söz konusu değildir.
Fakat suiistimale açık bir alan mümkün müdür? Tabii ki mümkündür. Bu birileri tarafından yapılabilir. Daha farklı ölçeklerde kullanılabilir. Fakat yasal düzenlemelerle bunların önüne geçilebilir.
Yani bir yasal çerçeve içerisinde uluslararası öğrenciler Türkiye’ye geliyorlar ama bu mevzuatın yer yer boşlukları var.
Uluslararası öğrenci çalışmaları gerçekleştiriyoruz. Gittiğimiz yerlerde üniversiteleri ziyaret ediyoruz. Rektörlerle, hocalarla görüşüyoruz. Oradaki göç idaresi müdürleriyle görüşüyoruz.
%80-85 öğrenci okuluna gidiyor. Okuluna devam etmemiş olanların da sebepleri var. Mesela harç parası arttı. Harç paraları ciddi şekilde arttı.
Bir ilin, bir şehrin demografik yapısı, istinaf sınırı tabiri caizse, oradaki insanların meseleye bakış açıları ve şehirleşme, altyapı bunların hepsi bir parametre olarak dikkate alınmalı.
Coğrafyam, şehrim, mahallem buna uygun mu? Bunu yönetebilecek durumda mıyım? Yoksa bu bir asayiş meselesine mi dönecek belli bir aşamadan sonra? Dolayısıyla bu anlamda bir politika eksikliğinden söz edilebilir, böyle bir durum olduğu aşikar. Dolayısıyla bunun üzerine gidilmesi gerekiyor.
Çünkü öğrenci kendi ülkesinden çıkarken şehri bilmiyor, Türkiye’ye geliyor. Belki Türkiye’yi İstanbul’dan ibaret zannediyor. Ama Karabük’ü, Bayburt’u, Trabzon’u, Tunceli’yi, Şırnak’ı, Hakkâri’yi bilmiyor. Buraya geldikten sonra fark ediyor. O farkına vardığı süreç içerisinde biz kendi altyapımızı buna hazırlıyor muyuz? Bu soruya şu anda evet diyemiyoruz.
Öğrencilerin %95’i kendi imkânları ile okuyor
Burslu dediğimizde, Yurtdışı Türkler Başkanlığı, Diyanet Vakfı gibi kurumların, bir de YÖK’ün Üniversitelerle anlaşma çerçevesinde YÖK bursu dediğimiz bir kontenjanı var. 350.000 sayısı sürekli artıyor. Bu 350.000 öğrencinin 15.000’i yurtdışı Türkler Başkanlığı’nın bursu ile Türkiye’de. Yani devlet burslu. Burslu öğrenci sayısı toplamın yaklaşık %5’ine tekabül ediyor. Paramızın yabancı öğrenciye gittiği, uluslararası öğrencilere milli servetimizin harcandığı yönündeki haberler yalandır.
20 Mayıs
Rusya’ya mı göçmenlere mi karşılar?
Finlandiya ve Polonya, sınırlarını “güçlendiriyor.” Polonya “güvenlik” diyor, Finlandiya ise doğrudan göçmenleri engellemeyi planladığını söylüyor. Her iki ülkenin de tek amacı göçmenlerin geçmesini imkânsız hale getirmek.
Finlandiya, açıkça göçmenlerin geri itilmesi için yasa çıkarılacağını açıkladı. Finlandiya’nın Rusya ile kara geçişleri göçmenler bahane edilerek geçen yıl kapatılmıştı. Kara geçişlerinin kapatılmasından sonra ancak 40 göçmen yasal olmayan yollarla Rusya’dan Finlandiya’ya giriş yapabildi.
Sadece 40 kişinin geçmiş olmasını yeterli bulmayan Finlandiya hükümeti yeni bir yasa tasarısı hazırlıyor, tasarıya göre girmeye çalışan göçmenler gerekirse güç kullanılarak hemen Rusya’ya geri itilecek. Tasarı, Finlandiya’nın sığınma başvurularını kabul etmeye devam edeceği çocuklar ve engelli kişileri kapsamayacak.
Göçmenlerin, sığınma başvuruları işleme alınmadan Rusya’ya geri itilmesi, Finlandiya’nın uluslararası insan hakları taahhütlerine aykırı. Buna rağmen sağcı iktidar, yasayı kabul ettirmekte ısrarcı.
Finlandiya’nın ayrımcılık ombudsmanı Kristina Stenman, hükümetin sınırlarına gelen kişilerin sığınma başvurularını kabul etmeyi reddetmesinin endişe verici olacağını söyledi.
Polonya, Rusya ve Belarus sınırına duvar örüyor
Polonya Başbakanı Donald Tusk, ülkesinin Rusya ve Belarus ile olan sınırı boyunca güvenlik ve caydırıcılığı arttırmak için yaklaşık 2,2 milyar euro yatırım yapacağını duyurdu.
Polonya, sözde Rusya ve Belarus’un askeri saldırılarına karşı bunu yapıyor. Ama şu cümle her şeyi açıklıyor: “Polonya’daki bir önceki sağcı hükümet 2021’deki kitlesel göçmen akınını engellemek için Belarus sınırı boyunca 367 milyon euroluk bir duvar inşa etmişti. Ancak AB yanlısı mevcut hükümet daha fazla takviye gerektiğine inanıyor.”
Başbakan Donald Tusk, söz konusu duvarı “Güvenliğimiz için” yapıyoruz dese de, duvarların askerleri değil, göçmenleri engellemek için yapıldığı çok açık.