Göçmenlerin Gündemi (7 Mayıs – 13 Mayıs)

0 Shares
0
0

7 Mayıs

Suriyelilere bilet satmayan Enuygun firması özür diledi

Enuygun isimli otobüs bileti satıcısı firmanın, yasal seyahat izni olduğu halde Suriyeli mültecilere bilet satmadığı öğrenildi. Uluslararası STK Federasyonu, Enuygun firması hakkında hukuki süreç başlatacağını açıkladı. Sosyal medyadan dile getirilen tepkiler ve hukuki süreç başlatılacağı haberleri sonrasında, Enuygun firması medyada Özür mektubu yayınladı. Bilet satmayan Beydağı Otobüs firması ile ilişkilerini kestiğini açıkladı.

Uluslararası Sivil Toplum Kuruluşları Federasyonu (ULFED), Beydağı Otobüs firması için suç duyurusunda bulunacak.

7 Mayıs

Can TV’de Gülseren Yoleri ile Yıldız Önen mültecilere yönelik hak ihlallerini konuştu

CANTV’de Gülseren Yoleri’nin hazırlayıp sunduğu İnsan Hakları programının bu haftaki konuğu Sığınmacı Hakları Platformu’ndan Yıldız Önen idi. Programda Gina Mercimek davasındaki karar, mültecilerin karşılaştıkları sosyal dışlanma ve mültecilere yönelik hak ihlalleri konuşuldu.

https://www.facebook.com/61557776413291/videos/1602140430548611

7 Mayıs

Yoksulluk cinayetleri ve intiharı

Kilis’te bir aile katliamı yaşandı. Suriyeli Yusuf Kuvara, “Yoksulluktan yoruldum” yazılı bir not bırakarak, eşini ve 3 çocuğunu öldürüp intihar etti.

https://www.rudaw.net/turkish/middleeast/turkey/0705202426

8 Mayıs

T24’ten Candan Yıldız, Gina Mercimek davasını anlattı

9 yaşındaki Gina’ya yönelik bütün ağır suçlar işlendi: Cinsel istismar, cinayet ve eziyet… – Candan Yıldız

Gina Mercimek, Suriye iç savaşından kaçıp Kilis’e yerleşen bir göçmen çocuk.
Kilis’in merkez ilçesindeki bir okulda öğrenci olan 9 yaşındaki Gina, 4 Nisan 2023’te okulundan evine dönemedi. 
Ailenin kızlarını ararken hareketlerinden şüphelendiği komşuları Hüseyin Boğuç’u polise bildirmeleri sonucu Gina’nın cenazesi Boğuç’un evinin bahçesindeki su kuyusunda bulundu…

Cinsel saldırıya da uğrayan 9 yaşındaki Gina’nın ölümüyle ilgili açılan davanın karar duruşması Kilis 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Dosyada Hüseyin Boğuç ve Azittin Altınöz tutuklu olarak yargılanıyordu.

Fail Boğuç, kasten öldürme suçundan ağırlaştırılmış müebbet, cinsel istismar suçundan 30 yıl ve kişiyi hürriyetinden yoksun kılma suçundan 12 yıl hapis cezası aldı. 

Diğer tutuklu sanık Azittin Altınöz hakkında ise beraat kararı verildi.

Altınöz hakkındaki beraat kararına aile ve davaya müdahil olan avukatlar tepkili.

Uyuşturucu kullanırken Hüseyin Boğuç’ın evini mesken eylediği iddia edilen Azittin Altınöz, Kilis Pazarcılar Birliği Başkanı’nın da oğlu… 

Dosyayı takip eden Özgürlük İçin Hukukçular Derneği’nden avukat Derya Bozkurt’la konuştum. 

Derya Bozkurt, olay günü Hüseyin Boğuç’un evine hiç gitmediğini iddia eden, pazarcı Azittin Altınöz’le ilgili dosyadaki şüpheleri, çelişkileri şöyle ifade etti:

“Olay günü iftardan sonra arkadaşlarıyla olduğunu iddia eden Azittin Altınöz’ü arkadaşları doğrulamadı. Avukatı müvekkilinin olay günü kent ormanında olduğunu öne sürerken kamera kayıtlarının silindiği ortaya çıktı. Azittin Altınöz’ün pantolonu ve çorabında Hüseyin Boğuç’a ait kan DNA’sı bulundu. Altınöz ise her gün kıyafet değiştirdiğini, terlik giydiğini öne sürse de eşi Altınöz’ün iki ya da üç günde bir çorabını değiştirdiğini, olay günü spor ayakkabı giydiğini belirterek eşini yalanlamış oldu. Hüseyin Boğuç’un evindeki çöp tenekesinde bulunan sakızdaki DNA testi de Altınöz’le uyumlu çıktı. “

İddianamede Altınöz’ün olay günü “Hüseyin Boğuç’un evinde bulunduğu, uyuşturucu madde kullandıkları, Gina’yı sokak üzerinde 4 Nisan 2023’te saat 17:07 sıralarında gördükleri, alıkoyarak ikamete götürdükleri, maktule cinsel istismarda bulundukları, sonrasında boğmak suretiyle öldürerek kuyuya attıkları” iddia edilmişti. 

Altınöz iddianamedeki dikkat çekilen çelişkili ve yalanlanan beyanlarına rağmen kişiyi hürriyetinden yoksun kılma, çocuğa cinsel istismar ve kasten öldürme suçlarından beraat etti. 

Neden beraat ettiği gerekçeli kararda yazacak. Avukatlar da karara itiraz edecek.

Azittin Altınöz ise Gina’nın ailesini ikna edemeyen gerekçelerle ve soru işaretleriyle serbest dolaşacak. 

https://t24.com.tr/yazarlar/candan-yildiz/9-yasindaki-gina-ya-yonelik-butun-agir-suclar-islendi-cinsel-istismar-cinayet-ve-eziyet,44723

8 Mayıs

Avukatı ve babası, Filistinli genç Nabeel Hasan’ın gözaltında ölümünü 10lar medyaya anlattı

Babası, 10 yıl İsrail cezaevlerinde kaldı. Türkiye’ye geldiler. Döviz bürosunda yaşadığı tartışma sonrası gözaltına alındı. Tutuklandı, işkence gördü, öldü. Filistinli genç Nabeel Hasan, Türkiye’de, gözaltında iken öldü. Avukatı Gülden Sönmez ve babası Eşref Nizar Hasan’ın başına gelenleri 10’lar Medya’ya anlattılar.

9 Mayıs

Göç Masasında “İnsan Hakları ve Geri Gönderme Merkezleri” konuşuldu

Göç Masası programında, Prof. Dr. Bekir Berat Özipek ve Araştırmacı Hilal Köroğlu TİHEK tarafından hazırlanan “İstanbul Tuzla Geri Gönderme Merkezi (GGM) Ziyaret Raporu” nu değerlendirdiler. Rapor ve Tuzla GGM ile ilgili yapılan tespitler şöyle:

Tuzla GGM 800 kişilik, ama 1300 kişi vardı. Kapasitesinin üstünde insan sayısı önemli bir şikayet. Bunun bir sebebi de GGM’lerde olmaması gerekenler, mesela uluslararası öğrenciler burada bulunuyor.

Buradaki insanlar, kötü koşullarda idiler. Bir kısım insana işkence yapıldığı iddiası vardı. Zorla geri dönüş belgesi imzalatıldığı iddiaları vardı. Ziyaretimizde bunların gerçek olduğunu gördük. Rapora da yazdık.

İnsanlara şiddet uygulandığı söylenen bir oda vardı, girişine tadilatta yazısı asılmıştı. Giyinme odası olduğu iddia edildi, ama bunu kabul edilemez bulduk. Çünkü içeriye kamera koymuyorlardı.

Hijyen kötüydü. Kişi sayısı çok fazlaydı, kalan kişilere çarşaf verilmediği söyleniyordu, odalardaki kötü kokular, kalanların şikayetlerinin haklı olduğunu gösterdi.

GGM’lerdeki bireyler sanık veya suçlu değiller, ama koşulları hapishanelerden daha kötü. O yüzden hapishane koşullarının sağlanmasını istiyoruz diyenler vardı. Burada bulunduklarını ailelerine haber veremeyen kişiler vardı. Pek çok uluslararası öğrenci vardı, üniversitesinin haberi yoktu.

İnsanlar “süpürme operasyonları” ile buraya getirilmiş olabiliyorlar. Ya da evrakları eksik olduğu için getirilmiş olabiliyorlar. Her ne ise burada insan onuruna yakışır şekilde tutulmaları gerekir.

En önemli sorun adaletin sağlanması. Avukatlar görüşmelerde çok zorluk çekiyorlar. Bütün günlerini kaybediyorlar, zaten yeri uzak. Adalete erişim konusunda daha etkili çözüm için önerilerimiz raporda var.

Özellikle gönüllü geri dönüş belgesi imzalatılması hukuken geçerli değil. İnsanların evlerinden veya sokaktan zorla alınarak buraya getirilmesinden sonra, burada gönüllü geri dönüş belgesini kendi istekleri ile imzalamaları hayatın olağan akışına uygun değil. Bu sorunun çözülmesi çok önemli.

10 Mayıs

“Hasan’a ses olalım”

Göçmen Sendikası Girişimi, Suriyeli Hasan için yardım çağrısında bulundu. Çağrıda şunlar dile getirildi: Hasan, Suriyeli. Depremde eşini, kardeşini, üç çocuğunu ve kolunu kaybetmiş. Özbakımını yapamıyor. 2 haftadır Gaziantep Oğuzeli GGM’de tutuluyor. Mahkeme durumu bilmesine rağmen süreci uzatıyor. Göçmen depremzedeler yalnız değildir. Sürecin takipçisiyiz.”

Avukat Halim Yılmaz, konu hakkında şu bilgileri verdi: “Göç idaresi Başkanlığına (Ankara) şahsın durumunu yazılı olarak iletmek, varsa tıbbi raporlarını eklemek faydalı olabilir. (idari gözetim işine bakan Gaziantep 2. Sulh Ceza Mahkemesinden çok şey beklemeseniz iyi olur, adı mahkeme ise de, muhakeme yapmıyor).”

11 Mayıs

Medyatik Olmayan Bir Kız Çocuğu Cinayeti: Gina Mercimek – Cihat Arpacık

Kilis, hemen yanı başındaki Suriye’deki savaştan kaçanların ilk duraklarından biri. Nüfusundan fazla mülteciye ev sahipliği yapıyor. Dokuyu bozmakla, enflasyonu yükseltmekle, ülkeyi istila etmekle suçlanan o büyük kalabalığın bir parçası bu şehirde yaşıyor. Şehir, nüfusundan fazla bir sığınmacı topluluğuna kucak açtığı için Nobel Barış Ödülü’ne aday da gösterilmişti. 

Sığınmacılar Türkiye’ye o yıl 232 kadın cinayetinin yaşandığı 2011’de gelmeye başladı. Sınırı aşarak, cetveller çizgiyi biraz güneyden çizdiği için Türkiye tarafında kalmayı “başaran” Kilis’e gelen aileler arasında Mercimek ailesi de vardı. Baba Halid ve Anne Hatice Mercimek’in üç yıl sonra Gina ismini verdikleri kızları dünyaya geldi. 

Gina doğduğu yıl ülkede işlenen kadın cinayeti sayısı 276’ydı. Cinayetlerin bir kısmı medyanın ilgisini çekti, gazete manşetlerini süsledi, televizyon programlarının gündemi oldu, protesto yürüyüşleri düzenlendi. Muhtemelen bu hayata “sığınmacı” olarak göz açan Gina da o yayınlardan birkaçına denk geldi. Sonunda, henüz dokuz yaşındayken Gina da bu cinayetlerden birine kurban gitti. Ama bir yıldan fazla süren bu cinayet davası medyanın o kadar da ilgisini çekmedi. Hepimiz, daha çok sığınmacıların neden olduğu ekonomik ve sosyal “sıkıntılara” odaklanmayı tercih ettik. Davanın karar duruşmasında Yeryüzü Çocukları, bazı insan hakları dernekleri ve baro temsilcileri dışında az bir katılım vardı. 

Gina’nın Hikâyesi

Cinayetin ayrıntıları, insanın kanını donduracak kadar korkunç. Gina’nın kaybolduğu, 4 Nisan 2023’te ailesi tarafından polise bildirilmişti. Kamera görüntülerine göre o gün saat 17.00’da okuldan çıkan Gina, sadece 6 dakika sonra evinin bulunduğu sokağa girmişti. Ama evine gidemedi. Çünkü aynı sokakta oturan uyuşturucu bağımlıları Azittin Altınöz ve Hüseyin Boğuç isimli iki kişinin önünden geçiyordu. 

 “O saatte dışarıda ne işi varmış” denilemezdi, okulunun çıkış saatiydi.

 “Neden öyle giyinmiş” de denilemezdi, üzerinde okul üniforması vardı. 

Sadece evine gitmeye çalışan ilkokul öğrencisi bir kız çocuğuydu ve tek “suçu” tecavüzcü-katilin önünden geçmekti. 

Adli dosyaya göre Gina, kandırılarak Hüseyin Boğuç’a ait eve götürüldü. Bir daha kendisinden haber alınamadı. Ailesi polise başvurduktan sonra Hüseyin Boğuç’un şüpheli hareketleri nedeniyle evi arandı. Gina’nın cenazesi evin avlusundaki yaklaşık 10 metrelik su kuyusunda bulundu. Kuyu demir bir kapakla kapatılmıştı. Siyah bir kumaş parçasıyla bir taşa bağlanmış ve kuyuya öyle atılmıştı.

Olayın vahameti nedeniyle bütün ayrıntılarını yazamadığım bir adli tıp raporu duruyor önümde. İki oda ve mutfağın olduğu, giriş kapısı avluya açılan evden, “girişe göre sağ taraftaki odada tavana asılı 70 cm uzunluğundaki yeşil ipten, kuyudaki su tahliye edildiğinde ortaya çıkan bir çocuk cenazesinden bahsedilen soğuk ve resmî ifadelerle yazılmış bir olay yeri tutanağı da var: Sol tarafta bulunan oda içerisinde eşyaların yerde ve yatak üzerinde dağınık halde bulunduğu, ikametten vücut izi ve moleküler incelemeye esas olacak şekilde bulguların alındığı, maktulün yapılan ölü muayene ve otopsisinde; göğüs kısmında bağ izinin bulunduğu, genital muayenesinde hymen’in çepeçevre ekimozlu olduğu … söyleniyor. Dokuz yaşındaki bir çocuktan “maktul” olarak bahsediliyor resmî evrakta. “Kesin ölüm nedeni” olarak da şu saptamada bulunuyor Adli Tıp Kurumu: Elle boğmaya bağlı gelişen mekanik asfiksi ve buna dair komplikasyonlar…”

Koruyamadığımız binlerce kadın ve kız çocuğuyla benzer bir akıbet yani. Katil, Gina’yı kendi eşine ait yeşil bir tülbentle boğmuş. İfadelere göre küçük kızı ayağından sürüklemişler ve su kuyusunun yanına götürmüşler. Çocuğun elbiselerini çıkartıp yakmışlar, taşa bağlayarak cenazesini kuyuya atmışlar.

Sakızdan Çıkan DNA

Netice olarak Kilis 2. Ağır Ceza Mahkemesi, Gina’yı öldürdüğünü hüküm altına alarak Hüseyin Boğuç’a müebbet hapis cezası verdi. Diğer sanık ise üzerine atılı suçlardan beraat etti. Aslında bu dava hiç iki sanıklı da olmayabilirdi. Soruşturmaya, Azittin Altınöz’ün de dahil edilmesi olay yeri inceleme ekiplerinin dikkati sayesinde gerçekleşebildi. Şüphelilerden biri olan Altınöz, olay yerine gitmediğini iddia ediyordu. Ancak güvenlik görevlilerinin evde bulduğu bir sakız, Altınöz’ün bu iddiasının üzerine şüphe bulutlarının çökmesine neden olmuştu. O sakızda Altınöz’e ait DNA tespit edilmişti. 

Aylarca süren davanın karar duruşmasında esasa ilişkin mütalaasını açıklayan savcı, “Kamera görüntüleri, jandarma kriminal raporu ve tüm dosya kapsamı birlikte değerlendirildiğinde” Altınöz’ün de olay yerinde bulunduğunun, “Gina’yı alıkoyarak ikamete götürdükleri, maktule cinsel istismarda bulundukları, sonrasında boğmak suretiyle öldürerek kuyuya attıklarının” kabulü gerektiğini belirtti. Altınöz’e verilen bu beraat kararı mahkemenin bir üyesinin itirazıyla karşılaştı. Üye hâkim kısa kararda “Sanık Aziz Altınöz yönünden maktul Gina Mercimek’e yönelik üzerine atılı suçları işlediği sabit olmakla sanığın cezalandırılması cihetine gidilmesi gerekirken beraatine yönelik sayın çoğunluğun görüşüne katılmıyorum” şerhi düştü. 

 “Savunmasız bir kız çocuğu olduğu için seçildi”

Davayı takip eden az sayıdaki kuruluştan biri olan Yeryüzü Çocukları Derneği’nin (YEÇED) Avukatı Betül Zağlı Topal, “Bir kız çocuğunun eğitim yolculuğu acımasız kişilerin elleriyle bir kuyunun dibinde sona erdi” diyor ve ekliyor: “Gina, tüm diğer çocuklar gibiydi. Masum, hayat dolu ve sevimliydi. Gina tüm diğer çocuklar gibi haklara sahipti ve yine tüm diğer çocuklar gibi korunması gerekiyordu. Ancak Gina acımasız şahıslardan korunamadı. Çocukların korunması ve haklarının güvenceye alınması adına suçların caydırıcılığının artırılması, sokakların güvenliğinin sağlanması zaruridir. Bu ve benzeri vahşi eylemleri işleyenler bir kez suç işlemiyor. Bunu Gina Mercimek cinayetinde bir kez daha gördük. Ayrıca verilen cezaların yetersizliğini ve herhangi bir ıslah ediciliği olmadığını da gözlemleyebiliyoruz. Bu durum özellikle çocuklarımız için hayatı güvensiz kılmaktadır. Çocuklar toplumun en masum yanıdır. Çocuklarını koruyamayan bir toplumun sağlıklı geleceği de olmayacaktır. Sokakları ve toplumu güvenli kılmadıkça çocukların haklarını onlara teslim edemeyiz. Gina, eğitim almak için evine yakın bir okula giden kız çocuğuydu. Gina’nın gidebileceği bir okulu hiç olmayacak, sokakta yürüdüğü, oyunlar oynadığı günler hiç geri gelmeyecek. Suçlular neden Gina’yı seçtiklerini söylemeseler de bizler onun savunmasız bir kız çocuğu olduğu için seçildiğini anlıyoruz. Savaştan ve onun getirdiği ölümden kaçan Gina, eğitim için çıktığı yolda katledildi. Yaşam hakkı alınan çocukların eğitim hakkı söz konusu olmayacaktır. Sokakları ve toplumu suçlardan ve suçlulardan temiz kılmak, çocuklarımıza ve geleceğimize yönelik görevimizdir. Aksi halde savunmasız masum çocuklara yönelik bu gibi vahşi eylemlerin sonu gelmeyecektir.”

Gina öldürüldü ve bu cinayet “mesele” edilmedi. Müslüman inanışa göre birinin cenaze namazını en az üç kişi kılmazsa bundan doğan sorumluluk ve vebal bütün Müslümanların payına düşer. Peki, bu vahşi ölümün yeterince konuşulmamasının ardında ne var? Jandarma ve savcılık tarafından olayın aydınlatılması için gerekli her şeyin yapıldığını anlayabiliyoruz, ama her fırsatta “galeyana gelmeye” teşne olan toplum neden bu kadar kayıtsız kaldı? Ölen, zaten sayısı yeterince fazla olan Suriyeli bir kız çocuğu olduğu için mi?

https://www.perspektif.online/medyatik-olmayan-bir-kiz-cocugu-cinayeti-gina-mercimek

12 Mayıs

Ercüment Akdeniz: Şovenizme, ırkçılığa ve neofaşizme karşı yerli ve göçmen işçiler ortak mücadelede buluşmalı

Röportaj | Pınar Gayıp

Göçmen ve mültecilere dönük artan nefret söylemleri ve saldırıları, göçmen işçilerin yaşadıkları sorunları, Geri Gönderme Merkezleri’nde maruz kaldığı işkenceyi ve nasıl mücadele yürütmek gerektiğini yıllardır bu alanda çalışma yürüten gazeteci Ercüment Akdeniz ile konuştuk.

Akdeniz’in ETHA’nın sorularına verdiği yanıtlar şöyle:

Türkiye’de günden güne artan mülteci ve göçmen düşmanlığının, nefret söylemlerinin, saldırılarının nedeni nedir?
Türkiye geçmişten bu yana, göçler hareketi bakımından transit bir ülke. Çeşitli toplulukların Ortadoğu’dan Afrika’dan Asya’dan gelip Türkiye üzerinden Avrupa’ya ve Batı’ya geçtikleri bir ülke durumunda. Ama özellikle Avrupa Birliği ile imzalanan Geri Kabul Anlaşması’ndan sonra Türkiye transit ülke olma özelliğini kaybetmeye başladı. Bir hedef ülke, aynı zamanda da bir baraj ülke haline geldi. Yani Avrupa Birliği, “göçmen deposu” haline getirmeye başladı bu anlaşmalarla.

TÜRKİYE’DE ÇARPIK BİR KAPİTALİST GÖÇ PROGRAMI VAR
Suriye savaşı ve Suriye göçünü de düşündüğümüz zaman, 13 yıl geride kaldı. Son yedi yıldır dünyanın en yüksek oranda mülteci, sığınmacı nüfusunu barındıran ülke olmaya devam ediyor Türkiye. Burada tabii AKP’nin pragmatist siyasi hedeflerine bağlı olarak aynı zamanda Türkiye burjuvazisinin göçmen emeğini ucuz iş gücü olarak görmesinden kaynaklanan çarpık ama kapitalist bir göç programı var. Bu göç programı, mültecileri sürekli olarak geçici gördü, statü sorununa kalıcı bir çözüm yaratmadı. Ve sorun giderek kangrenleşti.

13 yıl daha ne yerli toplumun ne de göçmen toplulukların bu süreci kaldırmaya tahammülü yok. Sorun derinleştikçe ve geçicilik odasına kapatıldıkça karşılıklı ön yargılar, toplumda nefret büyüyor. Dolayısıyla öncelikle göç politikasının değişmesi gerekiyor. Göç politikasının hem göçmenlerden yana hem de yoksul yerli yurttaşlardan yana insani bir çözüme kavuşması gerekiyor. Bu çözüm olmadığı, tartışılmadığı gibi bunun yerine çok daha kolay olan bir yolu seçiyorlar. Popülist politikaların önde olduğu bir yol. Yani göçmenleri, sığınmacıları düşmanlaştıran, öteki gören, onlara karşı adeta muharebe başlatan bir siyasal anlayış geliyor.

Burjuva partiler ve burjuva ittifak blokları da bunu en iyi şekilde kullanmaya çalıştı. Hem siyasi egemen erk bunu yaptığı için toplum çok daha çabuk ırkçılık zehriyle hastalanıyor. Hem de onlara bağlı medya kuruluşları bilinçli olarak dezenformatif propagandayla bu işi maniple ediyor. Sorunun asıl sahibi AKP, siyasi iktidar; sorunun asıl sahibi ve kazanını uluslararası sermaye ve Türkiye burjuvazisi. Ama kitlelerde, yoksulluğunun ve göç politikalarından doğan bu çarpıklığın sorumlusu olarak siyasi iktidar ve egemen kapitalist sistemi görmek yerine çok kolay olan göçmenlere yönelik nefret kışkırtılıyor. Dolayısıyla dünyada yükselen aşırı sağ dediğimiz neofaşist dalga Türkiye’de de önemli oranda bir etki gücü kazanmaya başladı.

KAPİTALİSTLER İHTİYAÇ DUYDUKLARI ORANDA GÖÇMENLERİN GEÇİŞİNE İZİN VERİYOR

Türkiye’de giderek derinleşen bir yoksulluk krizi söz konusu. Türkiyeli işçilerle göçmen işçiler karşı karşıya getiriliyor. Bunun nedeni nedir? Neden patronlar göçmen işçileri tercih ediyor?
Aslında, “sınır namustur” diye bir propaganda ortaya attılar. Şunun bilinmesi gerek, ünlü siyaset bilimci ve profesör Adam Hanieh’ın dediği gibi, aslında bütün sınırlar göçmenlerin geçişini sıfırlamak üzere değil filtrelemek üzere kurulur. Sermaye güçleri ve kapitalistler istedikleri, ihtiyaç duydukları kadar yedek işçi ordusu olan göçmenlerin sınırdan geçmesine izin verir.

Türkiye emek göçünde özellikle şuna dikkat çekmek istiyorum. Uluslararası insan şebekeleri, göçmen kaçakçılığı şebekeleri ile Türkiye burjuvazisinin bir bölümünün suç ortaklığı yaptığını düşünüyorum. Çünkü talep olmadan arz olmaz. Talep ediliyor ki kaçak, ucuz ve güvencesiz çalışan göçmenler bu sınırlardan geçiriliyor. Dolayısıyla karşımızda bir sahtekarlık var.

TÜRKİYE AB’NE GÖÇMEN İŞÇİ TRANSFERİ YAPAN TAŞERON ÜLKE HALİNE GETİRİLECEK
Göçmenleri iki kategoride düşünmek lazım. Bir tanesi şu; Türkiye’ye gelen, Türkiye’de çalışan Türkiye’de sıkışıp kalan göçmen işçiler. İkinci kategoride de bir süre Türkiye’de kalıp çalışıp sonra Avrupa’ya geçmeye çalışan göçmen işçiler. AB yeni göç ve iltica paktının çok önemli maddelerinden bir tanesi şudur, Türkiye’yi sadece bir göçmen deposu olarak görmüyorlar, bununla beraber Türkiye’yi nitelikli ve kalifiye ve aynı zamanda kısmen dil bilen göçmen işçilerin yetiştiği, meslek eğitiminin verildiği göçmen işçileri kiralayan, satan mobilize bir güç olarak Avrupa piyasasına süren bir istasyon ülke haline getiriyorlar. Dolayısıyla Türkiye yakın zamanda sadece kendi içinde ucuz ve güvencesiz işçi çalıştıran bir ülke olmayacak, aynı zamanda AB’ne göçmen işçi transferi yapan taşeron bir ülke haline getirilecek. Bu çok büyük bir proje. Bunu önümüzdeki yıllarda göreceğiz.

Türkiye sahasına baktığımızda da adeta bir endüstri oluştu. Hangi göçmen toplulukların, hangi ülkeden, hangi şehirden çıkacakları ve Türkiye’nin hangi şehrinde, sanayi bölgesinde ya da merdiven altı atölyesinde çalışacağı belli. Taşımacılık sektörüne, ağır iş kollarında Afrika ülkelerinden gelen siyahileri, Karadeniz’de fındık toplamaya, çay toplamaya gelen Gürcü işçileri, özellikle tekstil, ayakkabıcılık, tarım iş kolunda yoğun olarak Suriyelileri, çobanlıkta ve hayvan yetiştiriciliğinde Afganları, çanta gibi iş kollarında Ermeni işçileri görürsünüz. Bunları dallandırmak mümkün. Bir endüstriye, iş kolları düzeyinde de ülkelere inmiş bir göçmen emeği transferi var Türkiye’de.

GÖÇMEN İŞÇİLERİ SÖMÜRDÜKLERİ İÇİN TERCİH EDİLİYORLAR
Burada dikkat çekilmesi gereken esas nokta şu; göçmen işçileri ücretleri daha düşük olduğu, sömürdükleri için tercih ediyorlar. İkinci olarak sosyal güvenceleri, sigorta primi, emeklilik gibi dertleri olmadığı için tercih ediyorlar. Çünkü çoğu kaçak. Üçüncü olarak özellikle Kafkas ve dağılan Sovyet ülkelerinden gelen Türkmen, Özbek, Tacik, Filipinli; yaşlı bakımı, çocuk bakımı, ev bakımı gibi işlerde çalışan yüz binlerce kadın göçmen işçi var. Bu da bir endüstriye dönüştü. Ve maalesef özel istihdam büroları, insan taciri şebekeler gibi çalışıyor. Instagram, Facebook gibi sosyal medya ortamından işçilerin videolarını paylaşarak iş gücü piyasasına sürüyorlar. Ama bu işçilerin çoğu kaçak, göz göre göre yapılıyor. Özellikle kadın işçiler turistik vizeyle geliyor, vize bittikten sonra kaçak yaşıyorlar. 24 saat bir evde kalmak, tüm işlerini yapmak zorundalar. Acımasız bir sömürü var asgari ücret bile almıyorlar.

Türkiye sahasına baktığımızda 120 bin civarında çalışma izni olan yabancı işçi görünüyor. Ama biliyoruz ki sahada çoğu çocuk 2 milyon civarında göçmen ve mülteci işçi var. Bu da nasıl bir sömürü mekanizmasının kurulduğunu gösteriyor.

GÖÇMEN İŞÇİLERİN GREV KIRICI OLARAK KULLANILDIKLARINDAN HABERİ YOK
Bu aynı zamanda Türkiye işçi sınıfına da bir baskı yaratmak üzere kullanılan bir yedek işçi ordusu. Göçmenlerin hiçbir günahı yok, patronlar kurguluyor. Son olarak Lezita grevine ve Gedik Piliç örneklerine baktığımızda patronların Hindistan’dan Avrupa’dan sosyal medya ilanlarıyla mobilize iş gücü olarak işçi transfer ettiğini, gerektiğinde bu işçileri grev kırmak üzere kullanmaya gayret ettiklerini görüyoruz. Çoğu zaman göçmen işçilerin haberi olmuyor. Acımasız bir rekabet ortamına sokuluyor yerli ve göçmen işçiler.

GÖÇMEN İŞÇİLERİN ÖLÜSÜ DİRİSİ KADAR META HALİNE GELDİ
Özellikle Zonguldak’taki maden işçisi Nourtani cinayetinde bunu gördük; hayatını kaybettikten sonra madenden çıkarılarak yakılması hadisesi. Bu da bize şunu gösteriyor, göçmen işçilerin ölüsü, dirisi kadar bir meta haline geldi kapitalistler için. Çünkü onlar iş kazalarında, iş cinayetlerinde can verdikleri zaman bedenleri yok ediliyor. Ya kimsesizler mezarlığına gömülüyor ya bir portakal bahçesine atılıyor ya da bir yerde yakılıyor. Ailelerin ya haberi olmuyor ya da sınır dışı edilecekleri için korkuyorlar, davalara müdahil olamıyorlar. Burada sadece yaşayan emek döken, alın teri döken işçiler değil iş cinayetlerinde ölen işçiler de tıpkı Gogol’un Ölü Canlar’ı gibi, büyük bir sermaye birikimi yaratmış durumda. Hepsi aslında sömürünün yanında insanlık suçları.

Esas sorun da yerli ve göçmen işçiler içerisinde -özellikle yerli işçiler içerisinde- Türk milliyetçiliğinin, şovenizminin yoğun bir biçimde örgütlendiğini ve göçmen işçilerin düşmanlaştırıldığını görüyoruz. Ama bunda ne yerli işçilerin ne de göçmen işçilerin bir çıkarı yok. Çünkü bölündükçe, parçalandıkça, birbirlerine karşı oldukça sermayenin böl, yönet, parçala taktiği daha mümkün hale geliyor. Tek yol ortak hak mücadelesinde buluşmak, ortak sendikalarda örgütlenmek. Bu zinciri kırmanın başkaca yolu yok. Ama maalesef Türkiye’de sendikaların bu konuda elle tutulur somut bir stratejileri yok. Büyük konfederasyonlar özellikle Türk-İş ve Hak-İş, hükümetin, sermayenin arka bahçesi gibi davranıyor, “Türk işçi dururken göçmen işçilerle uğraşamayız” çizgisinde hareket ediyorlar.

Göçmen ve mültecilere yönelik saldırıların arttığını siz de örneklerle aktardınız. Geri Gönderme Merkezleri’nde işkence yapılıyor, katledilen ya da işkence gören göçmenlerin davalarında cezasızlık politikaları ön plana çıkıyor. Peki nasıl bir mücadele yürütmek gerekiyor?
Bir kere şunu görmek gerek, Türkiye’de 14 Mayıs-28 Mayıs seçimleri arasında özellikle 28 Mayıs seçimlerine giderken Ata İttifakı’nın adayı Sinan Oğan 5,2 oy aldı. Çok ciddiye alınması gereken bir oy oranı, çünkü göçmen düşmanlığını temel argüman haline getirdile. Dünyada yükselen neofaşist dalganın Türkiye’de bir izdüşümünü gördük. Yer yer işçiler üzerinde ve beyaz yakalı gençler üzerinde de önemli bir etkisi olduğunu görmek gerek. Toplumsal gidişat bakımından büyük bir tehlike.

ŞOVENİZME, IRKÇILIĞA KARŞI MÜCADELE EMEKÇİLER İÇİN BİR TURNUSOL KAĞIDI OLMAK ZORUNDA
İkinci olarak Sinan Oğan’ı Cumhur İttifakı’nın, Ümit Özdağ’ı Millet İttifakı’nın transfer etmesiyle birlikte şöyle bir soru sorulmalı; aşırı sağ nerede? Çünkü aşırı sağ sadece Ata İttifakı’nda ya da Zafer Partisi’nde değil artık. Bu transferlerle beraber göçmen düşmanlığını kendi arkasına siyasi bir güç olarak almaya çalışan her iki burjuva ittifak blokuna da sirayet etti bu aşamadan sonra. Dolayısıyla çok geniş bir toplumsal siyasal kesim içerisinde bu işleniyor. Bunun sonuçlarını görüyoruz. İşçi sınıfının bağımsız bir politik hat izlemesi gerekiyor. O açıdan da bu şovenizme, ırkçılığa, göçmen düşmanlığına karşı mücadele tüm emekçiler için turnusol kağıdı olmak zorunda.

Göçmen ve yerli işçilerin mücadele birliği bakımından sendikalar maalesef örnek dayanışma biçimleri çok ortaya koyamadılar, yapamadılar. Ama kendiliğinden işçi hareketinin bir yansıması olarak ve biraz da manifaktür üretime benzeyen, daha ilkel üretim biçimlerinin olduğu saya ayakkabıcılık sektöründe bir de tarım işçileri içerisinde gördük. Her ikisinde de 2017 ve 2019’da yapılan büyük grevlerle -sayada sanıyorum 50 bin üzerinde işçi katılmıştı- parça başı ücretlerini yükseltmeyi başardılar. Önceleri Suriyeli işçi istemiyoruz diye yürüyen yerli işçiler, bu işin böyle olmayacağını anlatılar, sonra Suriyeli işçileri yanlarına alarak ortak komite kurdular, ortak basın açıklamaları yaptılar, Türkçe ve Arapça bildiriler yayınladılar. Bu birlik kazanım getirdi, hayat koşullarında biraz daha iyileşme sağladı.

EKMEK MÜCADELESİNİ BÜYÜTÜRKEN NEOFAŞİZME KARŞI İŞÇİLERİ BİLGİLENDİRMEK GEREK
Ama biz biliyoruz ki modern sanayide, büyük fabrikalarda böyle bir örgütlenme henüz yok. Saya ve tarım iş kolunda başarılı grev deneyleri, dayanışma örnekleri olsa da henüz bunlar sendikal bir örgütlenmeye dönüşmüş değil. Dolayısıyla Türkiye’de işçi sınıfı derdi olan kesimlerin bu örgütlenme pratikleri üzerinden yerli ve göçmen işçilerin mücadele ortaklığı ve birliğini yaratmaları gerekir. Ama burada özellikle şunu ifade etmek isterim, bu sadece ekmek talebiyle olabilecek bir şey değil. Elbette ekmeği büyütmek için el ele vermek, yerli ve göçmen karşıtlığını ortadan kaldırmak gerekiyor, ama bununla beraber sistematik olarak ırkçılığa, şovenizme, neofaşizme karşı işçi sınıfını aydınlatmak özellikle yerli işçileri bilgilendirmek gerekiyor.

YOKSULLUK MÜLTECİLERİ KISKACA ALMIŞ DURUMDA

Son sözlerinizi alabilir miyim peki?
Birkaç gün önce Kilis’te bir aile dramı yaşandı. Suriyeli bir aile trajedisi daha doğrusu. Bir baba, üç çocuğunun ve eşinin canına kıyarak intihar etti. İntihardan hemen önce bir video mesaj bıraktı; eşini çok sevdiğini onunla bir sorunu olmadığını, eşinin de kendisini çok sevdiğini ama yoksulluktan artık bunaldıklarını ve başkaları gibi başka Suriyeliler, mülteciler gibi dilenmek istemediğini söyledi. Biz bu tür çöküş hikayelerini, çözülme hikayelerini sadece göçmen işçilerde görmüyoruz. Yerli işçilerin, yerli yoksul ailelerin bir bölümünde de bunu yaşıyoruz. Bu bize şunu söylüyor.

Türkiye’de derin yoksulluk dediğimiz şey mülteci toplumunu çok ayrı olarak kıskaca almış durumda, travma hali büyüyor. Bu daha sert kırılmalara yol açacak. Dolayısıyla Türkiye’de sosyalist güçlerin, emek demokrasi güçleri ve mücadeleci sendikal kesimlerin bu derin yoksulluk, hayat pahalılığı ve kapitalizme karşı mücadelede sadece Türkiye vatandaşı olan işçi ve yoksulları değil göçmen işçileri de içerisine alan bir mücadele programı ortaya koymaları gerekiyor. Dünyada yükselen aşırı sağ, Türkiye’de son seçimlerde ters etki yaratmış görünüyor. Görece bir tablo söyleyebiliriz ama bu yanıltmamalı durumu. 20. yüzyıl faşizm pratiği bize şunu gösterdi, faşizmin yükseliş argümanları göçmen, yabancı düşmanlığı olduğu kadar -Türkiye’de buna özel olarak Kürt düşmanlığını da ekleyebiliriz- aynı zamanda işsizlik ve yoksulluktan bunalan proleter kesimlerin şovenizm zehriyle bir yedek güç haline getirilmesiyle başarıldı. Yeniden böyle bir döneme doğru giriliyor.

TÜRKİYE’DE İŞÇİ SINIFI FAŞİZME KARŞI ÖRGÜTLENMELİ
Son seçimlerde Zafer Partisi’nin aldığı oylara detaylı bakmak gerekiyor. Bir milyon oy aldı, oyunu konsolide ediyor, ciddi bir düşüş yok. Özellikle İstanbul’un göçmen yoğun ilçelerinde yüzde 4-5 bandında oyu var. Burada belki de zayıf kaldıkları nokta -Avrupa’nın tarihsel faşizminden farklı olarak- yoğun göçmen düşmanlığı yapmış olmakla beraber işsiz ve yoksul, bunalan milyonların taleplerini yedekleme konusunda başarılı değiller. Yoksa o da başarıldığında Türkiye’de tarihsel olarak da aşırı sağın, faşizmin güçlü bir temeli vardır. Bugün dünyada yükselen dalgaya bağlı olarak bu trendi yeniden yakalama tehlikesi vardır. Dolayısıyla dünyada küresel olarak ve Türkiye’de faşizm tehlikesine karşı işçi sınıfının örgütlenmesi, mutlaka şovenizme, ırkçılığa ve neofaşizme karşı mücadeleyi de bir gündem olarak ajandasına almak durumunda.

https://etha53.com/haberdetay/akdeniz-sovenizme-irkciliga-ve-neofasizme-karsi-yerli-ve-gocmen-isciler-ortak-mucadelede-bulusmali-192647

12 Mayıs

Özgür Özel, Arapça tabelaları indiren CHP’li belediyeleri eleştirdi

Özgür Özel: “Biz sığınmacı düşmanı değiliz. Sığınmacı yaratan politikaların düşmanıyız. Belediye Başkanlarımız yabancı düşmanlığını teşvik edecek popülizmin aktörleri olmayacaklar. Bütün siyasileri Arap kelimesini küfür gibi kullanan ayrımcı dilden men ediyorum. ”

https://www.rudaw.net/turkish/middleeast/turkey/1305202421

13 Mayıs

TRT2’de göç yolculuğunu anlatan “Fatima” filmi yayınlandı

TRT 2’de, Fransızca bilmeden çıktığı göç yolunda dili yavaş yavaş ve kendi kendine öğrenen Kuzey Afrikalı yazar Fatima Elayoubi’nin hikâyesini anlatan film yayınlandı.

Yazar

0 Shares
You May Also Like

Biz kimiz?

Enternasyonal Dayanışma, işçi sınıfının kolektif ve kitlesel mücadelesiyle dünyanın daha eşit, adil ve özgür bir yere dönüşeceğini savunan…