Farklı bir dünya artık mutlak bir tarihsel zorunluluktur. Başka bir dünya mümkündür. Devrim bu anlamda bir “gerçekliktir’’. Ama bir kesinlik değildir. Bunun için mücadele etmek gerekiyor. Mücadelenin başarısı, hepimizin neler yapacağımıza bağlıdır.
Neil Faulkner
Kuruluşundan bir yıl sonra 3 Kasım 2002 seçimlerinde tek başına iktidar olan ve bu zamana kadar geçen süreç içerisinde tek başına iktidarını devam ettiren Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), kuruluş dönemindeki ekonomik krizin üstesinden gelebilmek için farklı bir ekonomi-politik uygulayıcısı olarak görülüyordu. Oysaki 12 Eylül askeri darbesiyle Türkiye’de, 1973 askeri darbesiyle Şili’de uygulanmaya başlanan neoliberal ekonomi politikalarının sarsılmaz bir temsilcisi, liberal istikrar uygulamalarının sadık bir takipçisi olmaya devam etmektedir. AKP, Türkiye kapitalizminde son yirmi yıldır yaşanan ekonomik krizlerin hepsinin mimarıdır. Ve bu krizlerin yarattığı “fırsatlar” ortamından yararlanan sermayedarların da her fırsatta desteğini almaya devam etmektedir.
AKP’nin Türkiye siyasetinde tanımını genellikle “dinci-siyasal İslamcı-şeriat savunucusu” gibi sacayaklarına sıkıştırmaya çalışanların en çok es geçtiği veya görmek istemediği, görüp de sarkacı başka bir yere (İslamofobi) vurmaya çalıştığı nokta AKP’nin neoliberal bir parti olmasıdır. Kuruluşundan bu yana patronların ve sermaye düzeninin huzuru kaçmasın diye elinden geleni yapan bu politik hattı, dünyadaki neoliberal politikalardan ve uygulamalardan ayrı düşünmek, bizleri genel geçer bir AKP tanımı yapmaya götürecektir.
2002’den bu yana iddia edildiği gibi bir politik hatta (dinci, şeriatçı) sahip olsaydı eğer, tabanındaki seçmenin değer ve inanç ilkeleri doğrultusunda hareket edip, patronlara karşı büyük bir kesimi Müslüman olan işçi sınıfının yanında, onun çıkarlarını gözetecek uygulamaların mimarı ve uygulayıcısı olarak AKP’yi görebilirdik. Ancak tüm yanılsamaların aksine AKP, dünyanın herhangi bir yerindeki neoliberal bir parti gibi davranıyor ve dini, dili, inancı, değeri ne olursa olsun işçi sınıfının, çalışanların değil patronların, işverenlerin yanında yer almaya, onların kârlarına kâr katmaları için vergi muafiyetlerinden tutun da grev yasaklarına kadar sermayenin lehine adımlar atmaya devam ediyor. Bunu her fırsatta dile getiren AKP yönetimini, mevcut koşullarda farklı bir politik hattın temsilciymiş gibi göstermeye çabalamak, bir gerçeği daha ortaya koyuyor. Bu gerçek, bunca geçen zaman içerisinde sosyolojinin ve ekonomi-politiğin bu oldukça nesnel sonuçlarını görememek için elinden geleni yapanlara, tarihin hiçbir şey öğretemediğidir. Oysaki Marx’ın da dediği gibi tarih bizler için tek geçerli bilim ve büyük bir öğreticidir.
Sermayeye ‘’Ne istediniz de yapmadık’’ diyen bir AKP var karşımızda
2002‘den bu yana OHAL dönemlerini de patronların lehine kullanan siyasi iktidar, işyerlerinde onlarca grev yasakladı. 2018 yılında, Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu’nun (DEİK) Olağan Genel Kurul toplantısına katılan Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Şöyle 20 yıl öncesine doğru gidin, grevlerin olduğu o günleri hatırlıyor musunuz? Acaba bu kadar grev neden oluyordu ve bu grevler karşısında Türk sanayisinin ne konuma geldiğini herhalde hatırlıyoruzdur. Ama o günden bugüne eğer bu OHAL olmamış olsaydı, bak işte burada kısa bir süre önce Bursa’da bu tür yollara tevessül etmek isteyenler oldu. Biz nereden istifade ettik? OHAL’den. Biz oradaki yatırımcılarımızın önünü kesmek isteyenlere neyle müdahale ettik? OHAL ile… Anında hemen oradaki grevi durdurduk. Ama bizim karşımıza, hele hele iş adamlarımız çıkıp da dernekleriyle vesaire ‘OHAL’in kalkması gerekiyor’ diyorsa bu bizi üzer” demişti.
AKP; çalışanlar ne zaman ücretlere zam istese, ne zaman açız sefalet içindeyiz dese, yeter artık deyip mücadeleye girişip greve çıksa, eylem düzenleyip basın açıklamaları örgütlese, hak hukuk diyenin karşısına, devletin tüm gücüyle çalışanların karşısına çıkıyor. Patronların saflarını güçlendiriyor, sermaye ile birlikte tüm gücüyle saldırmaya devam ediyor. Bir orman katliamında köylünün karşısına devletin sopasını, kolluk kuvvetini hemen oraya dikip sermaye lehine yurttaşın aleyhine pozisyon alan da AKP, günde 12 saatten fazla insanlık onuruna aykırı çalışma koşullarında çalışmaya mahkûm edilen, yeri geldiğinde ölen, öldürülen bir maden işçisinin karşısına polisi diken de AKP.
AKP “Dinci” değil neoliberal bir partidir
AKP ve ortakları, bu kapitalist düzende sermayenin en büyük destekçisi olan siyasi iktidarlardan biri olarak görevlerini “layıkıyla” yerine getiriyor. Peki, nasıl oluyor da kendi anlatımında değil ama uygulamalarında neoliberal bir parti olan AKP, siyasal İslamcı bir anlatımla kendini sürekli olarak üretirken (küresel ekonominin bir aktörüyken içeride faizin en büyük günahlardan biri olduğunu ve sözde faiz karşıtı hamleleri hayata geçirmek için tabanından destek çağrıları duymak istemesi) ayna anda neoliberal politik hattın nasıl oluyor da uygulayıcısı olabiliyor? Bu sorunun cevabının, Türkçe’ye Doç. Dr. Ferda Keskin’in kazandırdığı, Pierre Dardot ve Christian Laval tarafından yazılan “Bitmeyen Kabus Neoliberalizm Demokrasiyi Nasıl Ortadan Kaldırıyor?” adlı kitabın şu kısmında olduğunu düşünüyorum.
“… İlkesi itibariyle neoliberal politik akıl, gerçek iktidarı yurttaş kitlesinin aleyhine en güçlü ekonomik aktörlerin elinde yoğunlaştırarak nüfusun güvenliğini elinden alır ve onu disipline eder, demokrasiyi etkisiz kılar ve toplumu parçalar. Dolayısıyla, neoliberalizm dediğimiz terimin genel geçer anlamından çok farklı şeyler anlıyoruz. Politik ve ekonomik tarihin bu ziyadesiyle geniş şapka altında toplanmaktan hoşlandığı çok çeşitli ve bazı noktalarda birbirine karşıt öğreti, akım ve yazarlar bütününü değil. Piyasa lehine devleti zayıflatma arzusundan gelen ekonomik politikaları da değil. Bunlardan ziyade neoliberalizmden, temel özelliği sermayenin mantığını hayat biçimimizin ta kendisi yapacak kadar toplumsal ilişkilerin bütününe yayan ve dayatan bir ‘dünya aklı’ (raison-monde) olarak analiz ettiğimiz bir şeyi anlıyoruz. En farklı ideolojiler bu rasyonaliteye mükemmel uyum sağlar, hatta onu fiilen destekler.
Türkiye’deki AKP iktidarı bu açıdan çok açıklayıcıdır. Erdoğan’ın uzun zamandır dirençli bir şekilde sürdürdüğü toplumu yeniden İslamlaştırma süreci bilinen bir şey. Oysa aynı yönetici 2015’te ‘Bu ülkenin bir anonim şirket gibi yönetilmesini isterdim’ diyor, aynı yıl yükseköğrenimde üniversiteleri rekabet ve performans ilkelerine uygun olarak tamamen yeniden düzenleyen bir yasayı oylatıyor ve sağlık sistemini, aslan payını özel hastanelere aktaracak şekilde yeniden yapılandırıyordu. Bunun nedeni neoliberalizmin ‘İslam’la uyumlu’ olması veya İslam’ın küreselleşmeye uyum sağlamak üzere kendi içeriğini bilinçli olarak reforma tabi tutması değil, neoliberalizmin tıpkı ‘kültürel kimlikler’ piyasasında onunla rekabet halinde olan diğer tüm ideolojiler gibi İslamcı muhafazakârlığı da kendi mantığına katma yeteneğine sahip olmasıdır, küresel bir rasyonalitenin bütün gücünü oluşturan da bu yetenektir.”[1]
Neoliberalizmin tüm radikal ideolojiler de dâhil, hepsini deyim yerindeyse kendine benzetebilme yeteneği, asla küçümsenmemesi gereken bir olgudur. Kamusal olanın gün geçtikçe elimizden çekip alındığı bu düzende, kitlesel bir mücadeleyi örgütlemek yerine konfor alanlarından çıkmadan siyaset yapanların aklını şu soru kurcalıyor sanırım: Neden insanlar bunca yoksulluğa, açlığa ve hukuksuzluklara karşı isyan etmiyor, sokağa çıkmıyor? Neden yeter artık denilmiyor? Oysa ki tam tersi Türkiye ve dünya ölçeğinde mevcut yönetimlere karşı işçi sınıfının mücadelesi her yerde kendini gösteriyor. İngiltere’de ve birçok Avrupa ülkesinde işçi sınıfı bir yıldır siyonist İsrail rejiminin yaptığı soykırıma karşı ayakta. Afrika’nın Kenya başta olmak üzere birçok ülkesinde vergilerin artırılması, yoksulluk, işsizlik protesto ediliyor. Bangladeş’teki ayaklanma hâlâ zihinlerde. ABD’de 30 binden fazla Boeing işçisi 16 yıl sonra ilk defa greve çıktı. Türkiye’de ise durum dünyadan hiç de farklı değil, birçok ilde ve birçok işyerinde mücadele var. Agrobay seracılıkta sendikaya üye oldukları gerekçesiyle işten çıkartılan ve maaşları ödenmeyen işçilerin direnişi 150 günü aşkın süre boyunca devam etti. Keza İstanbul Çatalca’daki Polonez fabrikasında, Tek Gıda-İş sendikasına üye olan 146 işçinin işten atılması sonrası fabrika önünde başlayan direniş devam ediyorken polisin saldırıları da hız kesmeden devam ediyor. Hatta polis işçileri çocuklarıyla tehdit ederek direnişteki işçilere “Sizi gözaltına alırsam çocuklarınız zekiyse bile iş bulamaz” dedi.
As Plastik’te bir yandan sendikalaştıkları için işten atılan 9 işçi direnişe geçerken, motokuryeler Yemeksepeti’nin uygulamaya koyduğu uyumluluk kurallarına karşı motorlarını Yemeksepeti’nin İstanbul’daki genel merkezi önüne sürdü. Hatay’da Birleşik Metal-İş üyesi Befesa Silvermet işçilerinin grevi haftalarca devam etti, Antep’te direnişte olan Akcanlar işçileri aileleri ile yürüyüş gerçekleştirdi. İşçi ve emekçiler, hakları için başlattıkları direniş, eylem ve grevleri sürdürüyor. As Plastik, MKB Rondo, Akcanlar, Befesa, Yolbulan, Tolsa, Mersen, Fernas, Polonez, Menemen Belediyesi, Karşıyaka Belediyesi, Yemeksepeti ve ASM çalışanlarının hakları için başlattığı eylem, grev ve direnişler sürüyor. Özel sektör öğretmenlerinden hastane çalışanlarına, üretici köylüden fabrikadaki işçiye kadar mücadele her alanda ve her yerde sürmeye devam ediyor.
Türkiye işçi sınıfının geçmişindeki büyük mücadele deneyimleri kendini yenilemeye çok da uzak değil. Onlarca mücadelenin tek bir odaktan değil de parça parça olmuş olması tam da egemen sınıfın istediği bir parçalanmışlık olarak karşımıza çıkıyor. Egemen sınıf bu parçalanmışlığı sürekli kılmak için çalışanları, din, dil, etnik kimlik, cinsiyet gibi kullanışlı argümanlarıyla bölmeye parçalamaya çalışıyor. Oysaki Türkiyeli bir işçiyle Suriyeli bir işçinin çıkarları birdir, aynıdır.
Peki, işçi sınıfı mücadelelerinin sonuçlarını verdiği bir dönem olduğunu düşünelim ve işçi sınıfı ücretli özgür emek satışına devam edip, mevcut durumundan çok yukarılarda ücretler aldığını düşünelim. Akıllara şu soru gelebilir: İyi bir ücret artışı çalışanlar için kurtuluş mudur? Tabii ki hayır. Çünkü kapitalist üretim ilişkilerinde işçinin ücreti emeğinin karşılığı değildir, olamaz da. Emek kapitalistin malıdır. Bu düzende işçi, özgür emek gücünü, sadece asgari düzeyde geçimini sağlayacak, yarın işe gitmek zorunda olacağı, yaşayabilmesi için bir miktar ücret ile mübadele eder.
Asgari düzey dediğimiz durumu biraz açmak gerekiyor sanırım. Toplumun kabul ettiği asgari yaşam standartlarımız göreceli bir şekilde kendini göstermektedir. Ülkeden ülkeye göre değişebilen bu düzey, bizden önceki kuşaklar arasında farklılık gösterdiği gibi, bizden sonraki kuşaklarda da farklı olacaktır. 1970’li yıllarda fabrikada çalışan bir işçi ile 2020’li yıllarda yaşayan bir çalışanın asgari yaşam düzeyleri ve talepleri oldukça farklıdır. Ama bu sistemde şu değişmeyen bir olgudur: İster 70’li yıllarda olsun, ister günümüzde olsun bir emekçi kuşaktan kuşağa farklılık gösteren bu asgari yaşam koşullarını var etmek için emek gücünü satmak, çalışmak zorunda. Son seçimde AKP’ye duydukları öfkeyi sandığa yansıtan emekli kuşağın bu hâlini anlayabilmek için buradan bakmak gerektiğini düşünüyorum. AKP tarafından en büyük oy tabanı olarak görülen emekliler, AKP’nin kendi zamanlarındaki asgari yaşam koşullarından daha iyi bir yaşamı kendilerine sunduklarını her fırsatta dile getiren kesimlerdendi. AKP için ‘’zamanın ruhunun’’ kendi lehine, kendi büyük anlatımlarına meşru bir dayanak olmasının ne kadar önemli olduğunu bilen Erdoğan, her fırsatta birkaç nesil önceki insanlara, emeklilere seslenmeyi hiç ihmal etmedi. Haziran 2018’de Ankara’daki cumhurbaşkanlığı sarayında emeklilere iftar veren Erdoğan, “Bugünün gençleri bilmez. Bugünün gençlerine bunları anlatmak lazım. Yaşı 25-30’un altındaki gençler zannediyorlar ki Türkiye hep böyleydi. Gençlere eski Türkiye’yi anlatmalısınız. Sizler bu Türkiye’nin hafızasısınız” demişti.
Ancak asgari yaşam koşulları dediğimiz koşulların gittikçe kötüleşmesi, büyüyen işsizlik, artan ekonomik kriz, patronların zenginleşip halkın yoksulluğa terk edilmesi, son yerel seçimlerde kendini gösterdi ve AKP’nin çok güvendiği “eski kuşaklar” yeter dedi ve AKP ikinci parti konumuna düştü.
AKP ise bu durumda bir yol ayrımında; küresel sermaye ile ilişkileri hukuk ve adalet sisteminin bu denli yaralı olması nedeniyle bozulmuş durumda, para akışını bir türlü istedikleri gibi düzenleyemiyorlar, buna karşın itibarlarından ödün vermeyenler tasarruf tedbirleri diyerek tüm yükü çalışanlara yüklemeye devam ediyor. Hem küresel sermaye ilişkilerinden kopamayan, hem de devletçi/milliyetçi bir politik ortaklığı her koşulda öven ve devamlılığını açıklayan AKP, neoliberalizm ve milliyetçi/ muhafazakârlık ilişkisini çok iyi örüyor. Ünlü marksist sosyal bilimci David Harvey, Neoliberalizmin Kısa Tarihi adlı kitabında bu ilişkiyi şu paragraf ile çok iyi bir biçimde izah ediyor:
“Neoliberal devlet, hayatta kalabilmek için belli tür bir milliyetçiliğe ihtiyaç duyar. Dünya pazarında rekabetçi bir aktör olarak faaliyet göstermek zorunda bırakılan ve olabilecek en iyi iş iklimini arayan neoliberal devlet, başarılı olabilmek için milliyetçiliği harekete geçirir. Rekabet, küresel konum mücadelesinde gelip geçici kazananlar ve kaybedenler yaratır; bu da kendi içinde bir milli gurur ya da ulusal ruh arayışı kaynağı olabilir. Ülkeler arasındaki spor karşılaşmaları etrafındaki milliyetçilik bunun bir işaretidir. Çin’de, ülkenin (hegemonyasını değilse de) konumunu küresel ekonomide daha iyi bir noktaya getirme mücadelesinde milliyetçi duygulara başvurulduğu (Pekin Olimpiyatları’na hazırlanan atletlerin eğitim programlarının yoğunluğu kadar) aşikâr. Milliyetçi duygular Güney Kore ve Japonya’da da eşit derecede yaygın; üstelik her iki örnekte bunu eski dayanışma bağlarının neoliberalizm etkisi altında çözülmesine karşı bir panzehir olarak görmek mümkün. Şimdi Avrupa Birliği’ni oluşturan (Fransa gibi) eski ulus-devletlerde güçlü kültürel milliyetçilik akımları uyanıyor. Hindu Milliyetçi Partisi’nin son zamanlarda Hindistan’daki neoliberal uygulamaları geliştirmede gösterdiği başarının arkasındaki ahlaki kaldıracı sağlayanlar, din ve kültürel milliyetçilikti. Gem vurulmamış piyasa bireyciliğindeki ahlaki çöküntüyü hedef alan İran devriminde ahlaki değerlerin uygulamaya koyulması ve ardından otoriterizm yoluna girilmesi, ülkedeki piyasa temelli uygulamaların toptan terk edilmesine yol açmadı. Singapur ve Japonya gibi ülkelere hâkim olan, ABD’nin şekilsiz çok kültürcülüğü ve ‘yozlaşmış’ bireyciliği olarak gördükleri şey karşısındaki, o uzun geçmişe sahip ahlaki üstünlük duygusunun ardında da benzer bir güdü yatar. Singapur örneği bilhassa öğreticidir. Singapur bir yandan piyasadaki neoliberalizm ile baskıcı ve otoriter merhametsiz devlet iktidarını birleştirirken, bir yandan da (Malezya federasyonundan atılmasının ardından) sorunlu bir ada devletin milliyetçi ideallerine, Konfüçyüsçü değerlere ve son zamanlarda da, uluslararası ticaret dünyasındaki mevcut konumuna uygun farklı bir kozmopolit etik biçimine dayanan ahlaki dayanışmalara başvuruyor.”[2]
AKP’yi iktidara taşıyan da işçi sınıfıydı, onu iktidardan söküp atacak olan da yine işçi sınıfıdır. Ancak bu, seçimlere odaklı bir şekilde kendini sürekli üreten bir anlatımla, “AKP eriyor, ha gayret, gitti gidecekler, saatlerimizi ayarlayalım bilmem kaç gün sonra AKP yok” denilerek olmayacaktır. İşçi sınıfını, toplumsal mücadeleyi her fırsatta gerileten, ‘’aman sesinizi çıkarmayın bu AKP’ye yarar, nasıl olsa gidiyorlar’’ politikalarının bizleri hangi noktalara getirdiği ortada. Bu anlatımı ve sonuçlarının çözüm olmayacağını, Mayıs 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde gördük.
AKP, yukarıda örneklerini sıraladığımız işçi sınıfı mücadeleleri ne zaman birleşik bir hatta ulaşırsa, tabandan gelen bu baskı toplumsal muhalefet tarafından ne zaman sahiplenilirse işte o zaman gidecektir. Mevcut düzeni değiştirme gücü sadece ve sadece işçi sınıfında ve onun bileşenleri olan ezilenlerin birleşik mücadelesindedir.
Şafak Ayhan
(Enternasyonal Dayanışma dergisinin ilk sayısında yayımlanmıştır.)
[1] Pierre Dardot, Christian Laval-Bitmeyen Kâbus Neoliberalizm Demokrasiyi Nasıl Ortadan Kaldırıyor, Sel Yayıncılık, Haziran 2022, sayfa 37- 38
[2] Neoliberalizmin Kısa Tarihi, David Harvey, Oxford University Press aracılığıyla Sel Yayıncılık, 2015, sayfa 93