Direnişin gücü ve işçi sınıfının rolü

“Geniş halk kitlelerinin ayaklanması, başkalarının onu doğrulamasına ihtiyaç duymaz.” ~Lev Troçki

Troçki bunu, Ekim Devrimi’nin hemen ardından, ayaklanmayı “komplo” olarak tanımlayan ve kaçınılmaz olarak çökeceğini söyleyen, dolayısıyla muzaffer devrimi kendileriyle ve Sosyalist Devrimciler ile uzlaşmaya çağıran Menşeviklere söylüyordu.

Yalnızca Ekim Devrimi değil, büyük veya küçük bütün kitle hareketleri solda muhakkak birileri tarafından hedefleri ve sosyal bileşenleri açısından sorgulamaya çekilmiş ve küçük görülmüştür.

Stalinistlere göre 1968 “zengin çocuğu öğrencilerin işi” ve “maceracı” idi. Gezi direnişinde kemalizmin varlığı ile ilgili tartışmalar yoğundu. Arap Baharı kimilerine göre gericilerin işiydi, kazanan emperyalizmdi. Fransa’daki Sarı Yelekliler hareketinin içine aşırı sağ sızmıştı.

Türkiye’de bugünlerde tanıklık ettiğimiz şey elbette bir “ayaklanma” değil. Ancak anlatmak istediğim, bütün büyük ve heyecan verici kitle hareketleri için benzer sorgulamaların ve suçlamaların yapılabildiği.

Bugün de benzer bir durumdan geçiyoruz. Yalnızca kendilerini “Mustafa Kemal’in askerleri” olarak tanımlayanlar değil; Zafer Partisi’nden irili ufaklı birçok farklı ırkçı gruba, İmamoğlu için başlayan protestolarda birçok sağ güç bulunuyor.

Bu şekilde bir düşünme biçiminin, insanları kaçınılmaz olarak hiçbir şey yapmadan kenarda durmaya itmekten başka hiçbir faydası yoktur. Ve doğru değildir. Biz toplumda patlak veren olaylar ve sokağa çıkan kitleler için, durumun haklı ve demokratik bir mücadele olup olmadığına, işçi sınıfının özgürlüğüne giden yolda ileri bir adımı sağlamak için yapılıp yapılmadığına bakarak karar veririz.

Kuşkusuz, Erdoğan’a karşı aday olması beklenen birinin 32 yıllık diplomasının bir anda iptal edilmesi, ertesi gün yolsuzluk iddiasıyla gözaltına alınması ve birkaç gün sonra tutuklanması, işçi sınıfının en temel haklarına büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Genel oy hakkı ilk işçi hareketi Çartislerin temel talebidir ve bu uğurda birçok ülkede on binlerce kişi mücadele ederken hayatını yitirmiştir. AKP’nin hamlesi Türkiye’nin adil seçim geleneğine bir tehdit, zaten sınırları giderek daralan demokratik zemini bütünüyle yok etmeye yönelik bir girişimdir. Artık AKP seçmenleri dahil kimse konunun yolsuzlukla veya başka bir “suç” ile ilgili olduğunu iddia edememektedir. Mesele Türkiye’nin Putin’in Rusya’sına benzer bir otoriterliğe sürüklenip sürüklenmeyeceğiyle ilgilidir.

Bu haklılığı teslim eden herkesin görevi, süregiden mücadeleye katılmak ve onu büyütmeye çalışmaktır. Bu, kesinlikle, “mücadele içinde mücadele” verme azmimizi soğurmayacaktır. Elbette hareketin içinde işçi sınıfını bölen, ırkçılığı ve militarizmi savunan her eğilime karşı amansızca savaşacağız.

Ve devrimci sosyalistler bu konuda yalnız da değiller. Eylemlerde “Ne mutlu Türk’üm diyene” sloganı attırmaya çalışan bir avuç ırkçıya karşı geniş kitlelerle birlikte “Faşizme karşı omuz omuza” diye bağırıyoruz. “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diyenler, hareketin en önemli unsuru olan öğrenciler tarafından “Mahir Çayan’ın yoldaşlarıyız” diye yanıtlanıyor. Aşağıdan gelen bu basıncın gücü, Mansur Yavaş’ın Kürtlere ilişkin sözleriyle ilgili Özgür Özel’i bir gün sonra tashih yapmaya itiyor. On yıllardır barış ve özgürlük için verdiğimiz mücadelelerin, kazanımların izi bugünlerde cereyan eden harekette sürülebiliyor.

Bu mücadeleyi vereceğiz çünkü başka şansımız yok. Adalet, özgürlük, demokrasi ve eşitlik masa başında yapılan birtakım planlamaların veya fikir teatilerinin değil; sokakta ve işyerlerinde mücadele eden gerçek insanların eylemlerinin sonucu olarak gelecek. Bütün bu karmaşaların, tartışmaların ve hegemonya mücadelelerinin yaşanmadığı bir kitle hareketi olamaz.

Başarılı devrimlerin liderleri bu dediklerimizi tereddütsüz teyit ediyor. Sözü Lenin’e bırakarak bu bahsi kapayalım:

“Bir ordu gelip bir yerde duracak ve ‘Biz sosyalizmden yanayız’ diyecek, sonra bir yerden bir başka ordu gelecek ve ‘Biz de emperyalizmden yanayız’ diyecek ve böylece toplumsal bir devrim olacak!… Her kim böylesine ‘saf’ bir toplumsal devrim düşlüyor ise, yaşamı boyunca hiçbir zaman böyle bir devrime tanık olmayacak. Böyle bir insan, devrimin ne olduğunu bilmez ve devrime bağlılığı yalnızca sözdedir. Avrupa’daki sosyalist devrim, ezilen ve durumundan hoşnutsuz çeşitli unsurların kitlesel mücadelesinin bir patlamasından başka bir şey olamaz. Küçük burjuva kesimler ve geri işçiler kaçınılmaz olarak buna katılacaklardır. Böyle bir katılım olmaksızın kitlesel mücadele olanaksızdır, bu olmadan da bir devrimin gerçekleşmesi olanaklı değildir- ve bunlar, yine aynı kaçınılmazlıkla, sahip oldukları önyargıları, gerici fantezilerini, zayıflık ve yanlışlıklarını harekete taşıyacaklar.

Ancak, nesnel olarak, bunlar sermayeye saldıracaklar ve devrimin sınıf bilinçli öncüsü, bu rengarenk, uyumsuz, birbirinden değişik, görünüşte parçalanmış kitle mücadelesinin nesnel gerçeğine ifadesini kazandırarak bu mücadeleyi birleştirip sevk edecek, iktidarı ele geçirecektir.”

Pesimizmin sonu

Bugünkü hareketin yarattığı ruh hâli, belki en son 2013’teki Gezi direnişinden 2015’te 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin barajı paramparça eden başarısına kadar yaşanan süreçte görülmüştü. Bir yoldaşımın deyimiyle “insanların yüzü gülüyor.” Temmuz 2015’te çözüm sürecinin bitirilmesi ve savaşın şiddetli bir şekilde yeniden başlaması, arka arkaya gelen bombalı saldırılar ve katliamlar, 15 Temmuz askeri darbe girişimi, onun arkasından gelen OHAL ilanı, AKP ile MHP arasında kurulan ittifak, hukukun yok edilmesi, özgürlüklerin kısıtlanması, barışçıl protestolar dahil her şeye saldırılması ile birlikte yaşanan korkunç otoriterleşme… Bugünün eylemleri, 10 yıllık bu korkunç sürecin ardından ilk kez insanlara umut aşılıyor. Sokakta mücadele edildiğinde bir şeylerin değiştirilebildiğine dair kanı tekrar yaygınlaşıyor.

Yüzlercesi tutuklansa da öğrenciler pes etmiyor. Eylemlere kitlesel olarak katılıyor, CHP’nin programının kısıtlılığına da işaret eden bir siyasal çizgide müdahale ediyorlar. Gençlerin en çok attığı slogan “Susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz.” Çeşitli katliamlarda ve vahim olaylarda polisin nerede olduğunu sorguluyorlar. Çözümün sandıkta değil sokakta olduğunu haykırıyorlar.

Bütün bu dinamizm tabii ki bir şeyleri değiştiriyor. AKP birçok konuda köşeye sıkışmış durumda. İmamoğlu saldırısı ters tepti, karşısında ummadığı kadar güçlü bir kitle hareketi buldu. Öğrencileri teker teker salıyor. Mahir Polat’ı ev hapsine alıyor. Yolsuzlukla ilgili söylemine karşılık bulamıyor, anketlerde oyları düşüyor. Toplumun %73’ü eylemleri haklı görüyor. AKP tam anlamıyla sokakta görülen hareketin ve onun toplumda yarattığı etkilerin sonuçlarıyla baş edemez vaziyette. Buradan toparlanmak için ne yapacağını hesaplıyor.

Ama diğer yandan insanlarda oluşan “bir şeyler yapabiliriz” hissi CHP’yi de etkiliyor. Onun liderliğinin belki de sokağa ve eylemlilik programına hiç görülmemiş ölçüde önem vermesinin sebebi bu aşağıdan gelen basınç. Yıllardır “Sokağa çıkarsak bu AKP’ye yarar” diyen bir liderlikten bahsediyoruz. Dolayısıyla kitlesel ve kolektif eylemleri inşa ettiğimizde bütün egemen sınıf partilerini etkileyebiliyor ve değiştirebiliyoruz, daha fazlasını da elbette yapabiliriz.

Bundan sonrası

İnsanların gün gün seferber olduğu bu ortam, sosyalistlere görüşlerini tartışmak, örgütlenmek ve hareketin nasıl devam edeceğiyle ilgili sürece etki edebilmek için verimli bir zemin sunuyor. Saraçhane’de yapılan gösteriler, öğrenci eylemleri, Maltepe’de buluşan 2,2 milyon kişi, CHP’nin kayyım atanan ilçelerde ve çeşitli illerde yapmayı planladığı gösteriler, bunların hepsi bu hareketliliğin kolay kolay sona ermeyeceğine işaret ediyor. Meselenin sandık odaklı bir stratejiye indirgenmemesi gerektiği artık genel kabul oldu.

Bu süreçte insanları en çok heyecanlandıran şeylerden biri, hükümet yanlısı sermaye gruplarına yönelik boykot çağrıları ve bütün bunlar yaşanırken “hayatı normalleştirmeme” gayesi.

İlk önce söylemek gerekir ki tek günlük boykot başarılı olmuştur ve gerekli mesajı vermiştir. Bunu yalnızca hükümet sözcülerinin tepkilerine bakarak anlamak mümkün. Boykot Hulusi Akar’ı alışverişe çıkarttı, kendisi bir arabayı doldurmayan ürünlere 2 bin TL’yi aşkın para vererek halkın gerçekliğini keşfetti.

Fakat bir kerelik başarı, boykotu mücadelemizin genel geçer bir enstrümanı yapamaz. Sıradan insanların gücü “tüketim” ile ilgili değildir. İnsanlar er ya da geç hayatlarını devam ettirmek için bir şeyler satın alacaklardır. Üstelik, sermayenin bir kesiminin düzenli boykot edilecek kadar kötü, başka bir kısmının ise o kadar kötü olmadığı fikri kesinlikle bir yanılgıdır. Siyasette gelişen tartışmalar onları hangi saflaşmalara iterse itsin, işçi sınıfının çıkarı bir bütün olarak patronlara karşı mücadeleden geçmektedir.

Dolayısıyla tartışmayı boykottan greve çekmeye çalışan tüm seslere destek verilmelidir. İşçi sınıfının gücü üretimi durdurma kapasitesinden gelir. Bu bazen ücret artışları veya enflasyona tepki olarak gerçekleşir, bazen ise politik arenadaki hakların korunması için greve gidilebilir.

1 Mayıs bir fırsat

Sorun, işçi hareketinin ve sendikaların bölünmüşlüğü sorunudur. Türkiye işçi sınıfını harekete geçirecek bir kanal, birleşik mücadelenin önünü açacak bir odak bulunmamaktadır. Bu ancak tüm sendikal yapılara aşağıdan basınç uygulanmasıyla oluşturulabilir.

İşçi sınıfının en mücadeleci kesimleri açısından kritik sorun, toplumdaki mevcut seferberliği işyerlerine taşıyacak, Emek Platformu benzeri bir yapının kurulup kurulamayacağıdır. Böylesi bir güç tabandaki işçileri yan yana getirmeyi, demokratik haklarla ekmek kavgasını birleştirecek bir atmosferi yaratmayı başarabilir.

Önümüzde 1 Mayıs var. Türk-İş, İstanbul’da Kartal’a işaret etti. DİSK, KESK, TMMOB ve TTB, İstanbul’daki kutlamaların Taksim’de yapılmasını istiyor ve bunun için valiyle görüşecek. Hak-İş hafta içinde planını açıklayacak. Memur-Sen mitingini Ankara’da yapacak.

“İşçi sınıfının en mücadeleci kesimleri açısından kritik sorun” diye tespit ettiğimiz şeyin ana hedefi, işçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma gününde bu dağınık ve perspektifsiz manzaraya son verilmesinin aciliyetiyle ilgilidir.

Konu bir meydan, yer tartışması olmaktan çıkmalı, 1 Mayıs hükümete karşı işçi sınıfının kitlesel bir gövde gösterisine dönüştürülmelidir. Öğrencilerin ve Saraçhane’den Maltepe’ye meydanları dolduran halkın yarattığı havayı tamamlayacak, ileri taşıyacak olan budur. İşçi sınıfı birleşir ve sahneye çıkarsa bugüne kadarki bütün hareketliliği önemsiz bırakacak kadar ciddi bir potansiyel açığa çıkar. Bize hem ekonomik hem demokratik haklarımızı kazandıracak yegâne yol budur.

Ozan Tekin

Yazar

You May Also Like

Kira krizi derinleşiyor

Ekonomik kriz, konut kiralarını fahiş seviyelere çıkarırken, birçok kiracı açısından mahkemeye taşınan kira davaları da sonuçlanmaya başladı. Tahliye…

Neden Enternasyonal Dayanışma?

İktidarın kanatları arasında mafyatik çeteler üzerinden başlayan güç savaşları (Sinan Ateş cinayeti, Ayhan Bora Kaplan operasyonu, emniyet-adliye içi…