“Faili aklayan, suça ortaktır!”
Son haftalarda art arda, sanat, medya ve eğlence sektöründe adını duyurmuş kişilerden gelen cinsel taciz, istismar, fiziksel ve psikolojik şiddet ifşaları tekrar kadın mücadelesinin merkezine yerleşmiş durumda. Sosyal medya üzerinden yayılan bu ifşalar yalnızca bireysel mağduriyetlerin değil; aynı zamanda toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri ve her türlü sektör içerisinde ataerkil bir biçimde “fail aklama” mekanizmalarının da ne kadar iyi yerleştiğini bir kere daha göstermiş oldu.
Son günlerde ifşaların odağına kamuoyunda tanınan isimler de girdi. Fotoğrafçı Mesut Adlin, genç bir kadına taciz içerikli mesajlar göndermekle suçlandı. Oyuncu Doğa Lara Akkaya, meslektaşı Tayanç Ayaydın tarafından sözlü ve yazılı tacize uğradığını açıkladı. Fotoğraf sanatçısı Dilan Bozyel, 16 yaşındayken oyuncu Mehmet Yılmaz Ak tarafından silah zoruyla tacize maruz bırakıldığını iddia etti. Komedyen Mesut Süre hakkında yöneltilen iddiaların ardından popüler programı yayından kaldırıldı.
Bu ifşalar, cinsel şiddetin yalnızca gündelik hayatın değil, sanat ve medya sektörünün de yapısal bir unsuru olduğunu gösteriyor. Ünlülerin dahil olduğu vakalar, konunun görünürlüğünü artırırken aynı zamanda fail aklayıcılığın da daha belirgin hâle gelmesine yol açtı.
Bu gelişmeler, 2017 yılında dünya çapında yaygınlaşan “MeToo” hareketine benzer bir şekilde kadınların birbirinden aldığı cesaretle her geçen gün çoğalan ifşaları önümüze sermeye devam ediyor. Bir kez daha feminist mücadele içerisinde “kadının beyanı esastır” ilkesinin önemini bize hatırlatıyor. Ataerkil toplumlarda kadınlar şiddet mağduru olduğunu ifşa etmekte oldukça zorlanıyor ve durum yaşandığı süreçte kendini suçlayarak sessiz kalabiliyor. Bu durum, ataerkil toplumda fail yerine mağdurun utandırılmasına ve suçlanmasına, sessizliğe mahkûm edilmesine yol açıyor. Sosyal medyada başlayan bu hareket, kadınların benzer durumlar üzerinden birbirinden cesaret alması ve failleri ifşa etmeleri ile kırılıyor.
Ataerkil düzende toplum, mağdur olan kadın ile değil fail erkek ile empati kuruyor ve suçun aklanması adına kadına yönelik suçlayıcı ithamlarda bulunmaya devam ediyor. Türkiye’nin 2021 yılında İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi, tekrar ne kadar kritik bir dönüm noktası olduğunu bize her geçen gün hatırlatıyor. Sözleşmenin getirdiği koruyucu mekanizmaların yokluğu, kadınları ve LGBTİ+ bireyleri sessizliğe ve suçluluğa mahkûm etmeye devam ediyor.
İfşaların ardından sosyal medya ve kamuoyunda sıkça rastladığımız şey ise bu ifşalara karşı yaptırımlar değil, fail aklayıcılık adı altında eril bir dille yayılan duygusal sömürüdür. Özellikle toplum tarafından sevilen, saygı duyulan ve yıllardır ekranlarda sempati toplayan erkeklerin ifşaları gündeme geldiğinden beri rastladığımız durum ise:
- Failin sorumluluğunu azaltmak, tacizi bireysel bir “yanlış anlaşılma” olarak çerçevelemek.
- Mağduru ikinci kez mağdur etmek, beyanını itibarsızlaştırmak ve sessiz kalmaya zorlamak.
Bu “erkek dayanışması”, kadının beyanını tekrar tekrar sorgulayarak faille kurulan empati biçimlerini artırıyor ve tacizin her şeklini meşru hâle getiriyor. Örtük ya da açık bir şekilde faille kurulan her türlü empati, ataerkil şiddeti yeniden üretiyor ve süreklilik kazandırmaya devam ediyor.
İfşaların bir diğer tarafında ise taciz vakalarının çoğunda kariyer vaatleri üzerinden şekillenen bir tahakküm sistemi oluşturulması yatıyor. Özellikle genç kadınlar iş bulma, görünürlük kazanma ya da meslekte ilerleme beklentisiyle daha kırılgan bir konuma itiliyor. Bu güvensizleştirme ortamı ile cinsiyetçi sömürü her gün daha fazla büyümeye devam ediyor. Fail erkek, “kariyerini bitirmeyelim”, “karşı tarafı da dinlemek lazım” gibi örnekler üzerinden hayatına olduğu gibi devam ederken mağdur olan kadın, güvencesiz ve suçlayıcı bir ortamda sessizliğe zorlanmaya devam ediyor. Sanat ve medya alanında da güvencesiz çalışma biçimleri, “kariyer desteği” adı altında güç asimetrilerini derinleştirmeye devam ediyor. Böylece taciz, yalnızca kişisel bir şiddet biçimi değil; emek süreçlerinin denetim ve sömürüsünün de bir aracı hâline geliyor.
Bu ifşalar sadece iş ve medya alanındaki taciz vakalarını görünür kılmakla kalmıyor; aynı zamanda toplumsal yaşamda kadınlara biçilen rolü de sorgulatıyor. Özellikle “Aile Yılı” gibi söylemler altında kadınlara dayatılan sessiz kalma, itaat ve ev içi sorumluluklar, patriyarkal baskıyı yeniden üretiyor. Kadınlar mağdur suçlama sistemi ile “iş hayatına uygun bireyler” olmadıkları gerekçesiyle ev içerisindeki itaatkar konuma yerleştirilmeye çalışılıyor. Bu söylemler kadınları iş hayatından ve sosyal hayattan uzak durmaya ve sessiz kalmaya itiyor. Kadının aile içindeki yeri, çoğu zaman evle sınırlanıyor ve toplumsal görünürlüğü azaltılıyor. Bu durum, kadının yalnızca kamusal alanda değil, özel alanda da şiddete ve baskıya maruz kalmasını kolaylaştırıyor.
Kadınlar hem iş yaşamında tacize uğruyor hem de eve hapsedilerek seslerini duyurma imkânı kısıtlanıyor. İfşalar, işte ve kamusal alanda yaşanan cinsel şiddeti görünür kılarken, aynı zamanda ev içi ve toplumsal baskılara karşı da bir direniş niteliği taşıyor. “Aile Yılı” söylemleriyle kadına biçilen sessizlik ve itaat rolünü kabul etmeyen kadınlar, bu ifşalar aracılığıyla hem iş hem toplumsal yaşamda haklarını savunmaya ve direnişi büyütmeye devam ediyor.
İfşa kültürü bir linç kültürü değil, cezasızlığa karşı kolektif bir mücadele biçimidir. Yargısal süreçlerin işlememesi, failin aklanmaya ve korunmaya çalışılması, mağdurun ikincil bir şekilde mağdur edilmeye devam edilmesi; kadınlar ve LGBTİ+ bireylerin mücadelesini kurumsal mekanizmaların ötesine taşıyarak sokağa, dijital ve kamusal alanda direnmeye ve sesini duyurmaya devam etmesinin aracıdır. Sessiz kalmak, fail aklama kültürüne göz yummak, şiddeti meşrulaştırmak anlamına gelir. Mağduru sorgulamak yerine, faille kurduğunuz bağları kesin. Empatiyi ve dayanışmayı doğru şekilde yalnızca mağdura yönlendirin. Tacizi normalleştiren mekanizmaların bir parçası olmayın.
Zeynep Ünal