İsrail’in Gazze’ye karşı sürdürdüğü savaş sekizinci ayını geride bırakıyor. İsrail operasyonlarında ölen Filistinlilerin sayısı 36 bini aşarken 83 bine yakın kişi de yaralandı. Gazze’nin 1,9 milyonluk nüfusunun yüzde 80’inden fazlası yerinden edildi. Evlerin en az yüzde 62’si, yaklaşık 300 bini oturulamaz hâle geldi ve altyapıya verilen zarar 18,5 milyar dolar değerinde. İsrail’in gıda girişini engelleme politikası nedeniyle Gazze Şeridi’nin birçok bölgesinde kıtlık ve açlık baş göstermektedir.
Şu anda hepsi de Gazze’ye yönelik bitmek bilmeyen savaşla ilgili olan birkaç sonuçtan söz edilebilir. Birincisi, İsrail’in Hamas’ı tamamen yok etme ısrarı ve Filistinlilerin haklarını inkâr etmesi nedeniyle İsrail-Filistin barışı yakın geçmişte hiç olmadığı kadar zor görünüyor. İkincisi, Lübnan-İsrail sınırındaki durum günlük çatışmalarla dolu hâle geldi ve İsrail ile Hizbullah arasında topyekûn bir savaşı belirgin bir olasılık hâline getirdi. Üçüncüsü, İran ve İsrail arasındaki son füze atışlarından sonra bölgedeki stratejik denklem dramatik bir şekilde değişti ve Ortadoğu’yu her zamankinden daha tehlikeli ve bölgedeki Amerikan çıkarlarını son on yıllarda olduğundan daha savunmasız hâle getirdi.
Filistin-İsrail barışı her zamankinden daha az muhtemel
İsrail’in 1967’de Gazze’yi işgal etmesinden bu yana savaşlar, çatışmalar, saldırılar ve karşı saldırılar yaşandı. Özellikle 2008-9, 2014 ve 2019’da Gazze’ye yapılan saldırılar yüksek sivil kayıplara ve ağır mülk tahribatına yol açtı. Ancak Gazze’ye yönelik mevcut savaş farklıdır. Sadece kayıplar ve yıkım çok daha büyük ölçekte değil, aynı zamanda İsrailli karar vericilerin ve işgal altındaki Batı Şeria’daki sağcı yerleşimcilerin niyeti de çok daha iddialı görünüyor. Ocak 2024 gibi erken bir tarihte OXFAM, Filistinliler arasındaki sivil kayıpların 21. yüzyıldaki diğer tüm çatışmalardaki kayıpları çoktan aştığını bildirdi. O zamandan bu yana durum daha da kötüye gitti. Bu savaşın ilk günlerinden itibaren günde yaklaşık 300 Filistinlinin hayatını kaybettiği ve kayıpların yüzde 70’inin kadın ve çocuklardan oluştuğu biliniyordu. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres, Ocak ayında savaşın Gazze’deki sivillere verdiği zarardan duyduğu endişeyi dile getirmiş ve bunu “kabul edilemez” olarak nitelendirmişti. Bunun Filistinliler üzerindeki psikolojik etkisini değerlendirmek oldukça zor. Yıllarca sürmesi muhtemel travmanın ötesinde, sevdiklerinin çektiği acılara ve evlerinin yıkımına ilk elden tanık olanların içinde kıpırdayan güçlü duygulardan en az birinin öfke olduğu kaçınılmaz bir sonuçtur.
Gazze’ye yönelik mevcut savaş, İsrailli karar alıcıların ve sağcı yerleşimcilerin niyetinin çok daha hırslı görünmesi nedeniyle farklıdır.
İsrail’in sağcı bakanları ve Knesset üyeleri, Gazze’deki saldırı operasyonlarının başından beri Hamas’ın askeri olarak yenilgiye uğratılmasından çok daha fazlasını hedeflediğini açıkça ortaya koydular. Batı Şeria’daki Filistinlilerin sürekli taciz edilmesi ve mülksüzleştirilmesiyle birlikte aşırı sağ, hem Batı Şeria hem de Gazze’deki yerleşimlerin topyekûn genişlemesine olanak sağlamak için ‘nehirden denize’ kadar olan bölgeyi mümkün olduğunca çok sayıda Filistinliden temizlemeyi amaçlıyor. Bu durum, Birleşmiş Milletler’in 1947’de Filistin’i bir Arap ve bir Yahudi devletine bölen bölünme planını onaylamasından beri böyledir. Daha sonra İsrail, Ürdün Nehri’nden Akdeniz’e kadar olan topraklar üzerinde tam egemenlik arzusuna tutunarak, 1967 yılındaki savaşta işgal ettiği topraklardan çekilmesini talep eden 242 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararını reddetti.
İsrail’in Gazze’ye karşı soykırıma varan bir savaş yürüttüğü mevcut ortamda, Filistin-İsrail çatışmasına ilişkin genel olarak düşünülen iki çözümü hayal etmek de bir o kadar zor.
İki devletli çözüm:
Biden yönetimi tarafından resmi Amerikan politikası olarak lanse edilen bu çözümün, sahadaki jeopolitik ve duygusal gerçekler karşısında çok az şansı var. Filistin kentlerinin çoğunu çevreleyen mevcut işgal ve işgal altındaki Batı Şeria’da halihazırda mevcut olan yerleşimlerin genişletilmesi, potansiyel bir Filistin devleti için çok az fiziksel alan bırakmaktadır. 1990’lardaki Oslo Anlaşmaları ve eski Başkan Bill Clinton tarafından desteklenen Filistin-İsrail müzakereleri, Batı Şeria, Gazze Şeridi ve Doğu Kudüs’ün yaklaşık yüzde 97’sini kapsayan bir Filistin devleti üzerinde anlaşmaya varmaya çok yaklaşmıştı. Sonunda Kudüs’ün statüsü ve Filistinli mültecilerin evlerine dönme hakkı aşılamayan engeller oldu. İsrail Başbakanı Itzhak Rabin’in 1995 yılında suikasta kurban gitmesi, sağcı İsrailliler için (şu anda seçimlerde çoğunlukta olan) iki devlet fikrinin kaderini tartışmasız bir şekilde belirledi ve Batı Şeria’daki yerleşimlerde 2000 yılında ikinci bir Filistin İntifadası’nın patlak vermesine katkıda bulunan bir genişleme dalgası başlattı.
Barış süreciyle ilgili hayal kırıklığı ve Gazze’deki yıkım nedeniyle artan öfkeye ek olarak, İsraillilerin kendi yerleşimcilerini yerinden etmeden bir Filistin devleti için ayırabilecekleri çok az toprak var; gelecekteki bir İsrail hükümetinin bu çözümü kabul edebileceğini varsayarsak. Batı Şeria’da yaklaşık 700 bin Yahudi yerleşimci var ve bunların sayısı muhtemelen artarak Filistinlilerin topraklarını, kasabalarını ve kaynaklarını daha da etkileyecek. Gelecekte kurulacak bir Filistin devletinde Filistinlilere bir tür ev-yönetimi verileceğini varsayarsak -şimdikinden çok da farklı olmayacak şekilde- Filistinlilerin toprakları tamamen yerleşimler ve güvenlik karakollarıyla çevrili olacaktır. Aslında, Kudüs’ün doğusunda yer alan ve Ürdün Nehri’ne doğru uzanan büyük Ma’ale Adumim yerleşiminin, su yolu boyunca uzanan güvenlik karakollarına bağlanması ve böylece Filistin Batı Şeria’sının sadece toprak olarak değil, aynı zamanda idari olarak da ikiye bölünmesi planlanıyor. Başka bir deyişle, Filistinliler için onaylanması muhtemel olan şey, Güney Afrika’da siyahların apartheid sistemi altında yaşamaya zorlandığı Bantustan’lar gibi kantonlaştırılmış bir bölgedir. 1990’da apartheid uluslararası baskılar sonucu ortadan kaldırılana kadar da bu gerçek değişmemiştir.
Tek devletli çözüm:
Bazı Filistinli gruplar ve analistler uzun zamandır Arap ve Yahudilerin demokratik bir devlette eşit vatandaşlar olarak yan yana yaşayabilecekleri tek devletli bir modeli savunmaktadır. Bir dönem Filistin Ulusal Konseyi üyesi olan akademisyen, tarihçi ve edebiyat eleştirmeni Edward Said, 1999 yılında Filistinli ve Yahudi iki karşıt ulusal hareketin zorlu bir şekilde bir araya getirilmesi olarak bu çözümü savunanlar arasındaydı. Ancak bugün var olan karşılıklı nefret, korku ve paranoya göz önüne alındığında, Filistinlilerin ve İsraillilerin bir gün tek bir demokratik devlette tek bir ulus olarak yaşamak bir yana, nasıl bir arada yaşayabileceklerini hayal etmek bile zor.
Ancak bu çözümün Filistin-İsrail barışını güvence altına alması için ilk adım işgalin sona erdirilmesi ve her iki tarafta da yeni vizyoner liderlik altında barış içinde bir arada yaşamanın kademeli olarak geliştirilmesi olmalıdır. Filistinliler arasında güvenilirliğini kanıtlamış ve demokratik alternatifler sunan yeni Filistinli liderler gerekli liderliği sağlayabilir. İsrail solunda bu niteliklere sahip pek çok vizyoner var, ancak şu anda hiçbiri iktidar koltuklarına yakın değil. Yine de Filistinlilerin ve İsraillilerin bir tür birliğin düşünülebilir hâle gelmesinden önce kat etmeleri gereken uzun bir yol var, ancak tek ya da iki devletli çözümün uygulanmaması, Filistinlilerin mevcut koşullar altında ulusal haklarını güvence altına alabileceklerinin garantisi olmadan sonsuz bir savaş ve acı döngüsü anlamına geliyor.
İsrail-Hizbullah çatışması
İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşının başlamasından bu yana Lübnan-İsrail sınırındaki çatışmalar giderek şiddetlendi. İsrail 8 Ekim’den bu yana en çok saldırıyı (5,000’e yakın) gerçekleştirdi ve en çok can kaybına (yaklaşık 350 ölü) neden oldu. Hizbullah tahminen 100,000 savaşçısı ve 130,000 ila 150,000 arasında füzesi ile bölgedeki en güçlü ve savaşa hazır devlet dışı aktör olsa da, İsrail bölgedeki en güçlü hava kuvvetlerinin yanı sıra daha büyük ve daha uzun menzilli cephaneliğe sahip. İkisi arasında topyekûn bir savaş İsrail’e kesinlikle zarar verir ancak Lübnan için yıkıcı olur ve muhtemelen uzun bir süre boyunca bölgede yankılanır.
Hem Hizbullah hem de İsrail şimdiye kadar tam bir savaşa girme konusunda isteksiz göründü. ABD, arabuluculuk yapması ve tarafların tam bir uzlaşmaya olmasa da bir anlayışa varmalarına yardımcı olması için Özel Temsilci Amos Hochstein’ı göndererek her iki tarafı da caydırmaya çalışıyor. Fransa da kısa vadede bir savaşı önlemeye yardımcı olmak ve belki de uzun vadede Lübnan’daki iç çatışmayı azaltmak için ABD ile yakın bir şekilde çalışıyor. İsrail’in sürekli tehditleri ve saldırıları, Hizbullah’ın Filistinlilerle İran arasındaki ilişkileri ve İsrail’in Gazze ve Lübnan’a yönelik planlarına duyulan güvensizlik göz önüne alındığında, Fransız-Amerikan arabuluculuk çabaları zorlu bir mücadele ile karşı karşıya.
Bölgede değişen stratejik denklem
İran 13 Nisan’da İsrail’e 300 füze ve insansız hava aracı fırlatarak benzeri görülmemiş bir adım attığında, İsrail’in askeri personeline, nükleer bilim adamlarına ve varlıklarına yönelik saldırılarına doğrudan karşılık vermeme yönündeki onlarca yıllık uygulamasını değiştirmiş oldu. İranlılara göre İsrail, 1 Nisan’da İran’ın Şam’daki diplomatik misyonuna saldırarak sınırı aştı. Askeri değeri tartışmalı olsa da, İran’ın doğrudan İsrail topraklarına yönelik misilleme saldırısı, İslam Cumhuriyeti’nin ağırlığını doğrudan bölgede desteklediği milislerin yanına atarak bölgedeki stratejik denklemi değiştiriyor ve bu da daha geniş ve daha ölümcül bir silahlı çatışma riskini ortaya çıkarıyor. Bazı analistler İran’ın saldırısının, doğrudan kendi topraklarından bir savaş başlatma kararlılığını ve kabiliyetini sembolize etmeyi amaçladığını düşünüyor.
Kuzey Kore heyetinin kısa süre önce Tahran’a yaptığı ziyaret, iki ülke arasında daha yakın bir güvenlik işbirliği olasılığını gündeme getirdi. ABD, Birleşik Krallık ve Fransa’nın İran’ın füzelerini durdurmak için yaptıkları ortak müdahale, Batılı güçlerin artık sadece silah sağlamakla yetinmeyip Ortadoğu’daki birincil müttefikleri adına doğrudan müdahalede bulundukları değişmiş bir stratejik tabloyu ortaya koydu. Ürdün, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri operasyon sırasında değerli istihbarat sağladılar. Bu gelişmeden bir ders çıkaran İran, Kuzey Kore, Çin ve Rusya ile daha derin bir ilişkiye girmeye çalışabilir. En azından çatışmanın uzaması Çin’e bölgedeki nüfuzunu arttırma şansı sunuyor. İran da Amerikan çıkarlarını ve kendisine karşı sıraya giren bölgesel güçleri hedef almayı seçebilir. Böyle bir stratejinin ne kadar akıllıca olduğuna dair hesaplar iki yönlü olabilir.
Netanyahu liderliğindeki İsrail nihayetinde İran’ın bu hamlesinden faydalanarak bölgesel düşmanına topyekûn bir saldırı başlatmayı seçebilir. Alternatif olarak İsrail, İran’ın bölgedeki varlıklarına yönelik gelecekteki saldırılarında hedeflerini seçerken daha temkinli olmaya çalışabilir. İsrail’in 19 Nisan’daki sınırlı tepkisi, belki de İran’dan duyduğu korkudan çok, Biden yönetiminin açıkça yapmak istemediğini belirttiği gibi, doğrudan Amerikan müdahalesi olmadan İran’ın askeri kabiliyetlerini yeterince ortadan kaldıramayacağının farkına varmasından kaynaklanan bir isteksizliği yansıtıyor. Başka bir deyişle, İsrail’in müttefikleri İsrail savunmada olduğunda destek vermeye istekli olabilirler ancak uçurumun kenarından dönmeye ikna etmeyi umdukları bir ülkeye ve rejime yönelik herhangi bir büyük saldırıdan uzak durmayı tercih ederler.
Gerçekten de İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşı ve bu savaşın hangi yöntemle sona ereceğinin kesin olmaması, Ortadoğu’yu çeşitli senaryo ve olasılıklara açık bırakıyor. Ancak Gazze’nin dumanı, insanlarının ve altyapısının öldürülmesi ve yok edilmesini görmek ne kadar zorsa, mevcut koşullar ve şartlar altında hızlı bir Filistin-İsrail barışını hayal etmek de o kadar zordur. Dahası, Lübnan-İsrail sınırındaki çatışmalar orada herkesin çıkarına aykırı olacak bir yangına yol açabilir. Son olarak, İsrail ve İran’ın doğrudan birbirlerine saldırmasıyla, Ortadoğu bölgesi önümüzdeki yıllarda çok sayıda ve çok yönlü meseleyi etkilemesi muhtemel yeni bir stratejik denklemle karşı karşıya kalabilir.
Mesut T