Son birkaç yıla bakıldığında Avrupa’da arka arkaya pek çok aşırı sağcı hükümet ve liderle karşı karşıya olduğumuz görünüyor. Guardian’da 17 Eylül’de çıkan bir yazıda Avrupa’daki aşırı sağcı ittifakların yükselişinden ve buna karşı nelerin yapılması gerektiğinden bahsediliyor[1]. Gordon Brown yazıda şunları söylüyor: “Avrupa’ya musallat olan hayalet, Karl Marx’ın bir zamanlar yazdığı gibi komünizm değil, aşırı sağcılıktır… Avrupa’da şu anda aşırı sağcı partilerin desteklediği ya da koalisyonda yer aldığı yedi hükümet var, bir zamanlar kirlenmenin önündeki aşılmaz engeller merkez sağ yatıştırıcılar tarafından bir kenara itilirken, sırada muhtemelen Avusturya var.”
Fransa Cumhurbaşkanı Macron, Marine Le Pen’in aşırı sağcı göçmen karşıtı gündemine teslim oldu. Her ne kadar Temmuz ayında sol cepheyle yaptığı seçim anlaşması sonucu Le Pen’e karşı bir güvenlik duvarı oluşturduysa da seçim sonrası aşırı sağa döndü. Macron, parlamento seçimlerinin birincisi solcu Yeni Halk Cephesi’ne (NFP) hükümeti kurma görevini vermeyi reddedip sağcı bir siyasetçi olan Michel Barnier’i başbakan olarak atadı. Macron, aşırı sağcı Ulusal Birlik (RN) partisinin desteğini alan bir hükümet kurmaya çalışıyor.
Avusturya’da iki eski Nazi üyesi tarafından kurulan Avusturya Özgürlük Partisi’nin (FPÖ) ay sonuna kadar göçmen karşıtı ve Rusya yanlısı bir hükümet kurması bekleniyor. Aşırı sağ eksen; Avusturya, Macaristan ve Slovakya’da ve daha da önemlisi, aşırı sağcı Başbakan Giorgia Meloni’nin adım adım basını ve yargıyı kontrol altına almakla suçlandığı İtalya’da giderek güçleniyor.
Aşırı sağcı Almanya için Alternatif Partisi (AfD), Doğu Almanya’daki bölgesel seçimleri Thüringen’de kazandı, Saksonya’da ikinci oldu. Bu durum, Almanya’nın iç istihbarat teşkilatının AfD’yi üç eyalette “aşırılık yanlısı” bir örgüt olarak listelemesine, bazı üyelerinin Holokost inkârı ve aşırı sağcı siyasi şiddetle bağlantıları konusundaki endişelerini yansıtmasına ve partinin Thüringen lideri Björn Höcke’nin Alman mahkemelerinde iki kez suçlu bulunmasına rağmen gerçekleşti. Maalesef geçen hafta Alman koalisyon hükümeti AfD’nin başarısına, düzensiz göçü engellemek amacıyla sınırların kontrolünü sıkılaştırarak tepki verdi.
Hollanda’da aşırı sağcı Özgürlük Partisi’nin (PVV) öncülüğünde kurulan hükümet, sığınma ve göçün önemli ölçüde sınırlandırılması için, bugüne kadarki en katı uygulamaları hayata geçirmeye hazırlanıyor. Eski istihbarat servisi şefi Dick Schoof’un başkanlığında kurulan dört partili sağcı hükümetin programı, Cuma günü açıklandı. Yeni hükümet programına göre, sığınmacılar konusunda “acil durum” ilan edilecek. Süresiz sığınma izni sona erecek. Suçlu yabancıların sınır dışı edilmesi kolaylaştırılacak. Aile birleşimi büyük ölçüde sınırlanacak.
Avrupa’da yükselen aşırı sağın nasıl büyüdüğünün tartışılması, bu durumdan çıkışın da yolunu gösterecektir.
2008’de başlayan ekonomik kriz ile aşırı sağın yükselmesinin paralel gittiğini söylemek mümkün. Ama Avrupa’da aşırı sağın mültecileri kullanarak yükselmesi, Britanya’daki Brexit sürecinde oldu. Nigel Farage’ın 2016 yılında Brexit referandumu kampanyası sırasında kullandığı, sakallı ve koyu tenli göçmenlerin sürüler hâlinde yürüdüğü posterin sloganı “Kırılma Noktası” idi. Brexit’e, yani Britanya’nın AB’den ayrılmasına “evet” oyu verenlerin arasında en büyük nedenin yabancı işçiler olduğu anketlere yansımıştı. Aynı fotoğraf daha sonra Macaristan’da kullanıldı, ancak başlık “Kırılma noktası” yerine “Dur” olarak değiştirildi. Benzer sloganlar arasında Matteo Salvini’nin İtalyan Ligi partisi tarafından kullanılan “İstilayı durdurun”, Alman aşırı sağ grupları AfD ve Pegida (Batı’nın İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar) tarafından benimsenen “Sınırları kapatın” yer almaktadır. Tüm bu sloganların Türkiye’deki ırkçı siyasetçiler tarafında kullanılması tabii ki tesadüf değil.
Aşırı sağ siyasetçiler ve partileri, mültecileri “Günah Keçisi” ilan ederek popüler olmaya ve seçimlerde başarılı olmaya devam ediyorlar. Bu yükselişte neoliberalizmin etkisini görmek son derece önemli. Meşhur tarihçi Fukuyama’nın dediği gibi olmadı, Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun yıkılışı kapitalizm büyük bir zafer kazandırmadı. Fukuyama 1990’larda “Tarihin Sonu mu?” tezinde, genel anlamda “Batının zaferi” ile sonuçlanan tarihsel bir süreçten, liberalizmin zaferinden söz etmekteydi. Fukuyama, Batı genelinde, Amerika özelinde, liberal demokrasiyle insanlığın ulaşabileceği en son noktaya ulaştığını, bundan sonra insanların yapacakları pek bir şey kalmadığını, liberalizmin çözemediği veya çözemeyeceği hiçbir meseleyi çözebilecek ideoloji olmadığını ve artık tarihin sonunun geldiğini iddia etmekteydi.
İçinde yaşadığımız krizler çağı bunun ne kadar yanlış bir tez olduğunu defalarca kanıtladı. Neoliberalizm ile işçi sınıfının direnişi kırıldı ama bu durum burjuva demokrasisinin çöküşüne de vesile oldu. Her ne kadar Fukuyama hâlâ aynı rüyaları anlatmaya devam etse de gerçekler tam tersini söylüyor. Fukuyama 2024’teki seçim sonuçlarına bakarak “Demokrasinin gerilemesine pek çok ülkede direnilebilir ve direnildi de” diye değerlendirmeler yaparken, yukarıdaki manzarayı görmezlikten geliyor.
Neoliberal merkez partilerin “aşırı sağ güçlenmesin” diye verdikleri tüm tavizler aşırı sağı güçlendirdi, maalesef aynı teraneye devam ediyorlar. Aşırı sağın istismar ettiği tüm “sistem karşıtı” öfke, buradan göçmenleri hedef hâline getiren çok tehlikeli bir yere doğru gidiyor.
Enternasyonal Dayanışma’da yayınlanan bir yazıda söylendiği gibi sosyal demokrat partilerin halkta yarattığı hayal kırıklığı, aşırı sağın yükselişinin sebepleri arasında yer alıyor: “AfD’nin yükselişinin ana nedeni SPD, Yeşiller ve FDP’den oluşan federal hükümetin, sosyal altyapının ihmal edilmesini kabul ederken devasa bir askeri yığınağa milyarlarca yatırım yapan politikasıdır.”[2]
20 Eylül’de seçime giderken sayıları birkaç bini bulan AfD’li faşist güruh, ellerinde taşıdıkları pankartlarda, Brandenburg ve Berlin’de iktidarda olan Sosyal Demokratlara atfen “Bıktık usandık” ya da “Kızıl fareler defolun” yazılı pankartlar taşıdı. Bu pankartlar, ırkçılığın göçmenlerle sınırlı olmadığını, büyüdükleri takdirde işçi sınıfına ve sosyal demokratlara yöneleceğinin en iyi örneği. 1930’lar Almanya’sını yeniden yaşamak istemiyorsak göçmenleri savunmak, işçi sınıfının ve sosyal demokratların kendilerini savunması anlamına geliyor.
Göçmen düşmanlığında yarışan ülkeler kervanına Türkiye’nin katılmasının miladı 2019 yılıdır. Daha önce de tabii ki ırkçılık etkindi ama 2019 yerel seçimlerinde İYİ Parti Fatih Belediye başkan adayı İlay Aksoy’un “Fatih’i Suriyeliler’e teslim etmeyeceğim” pankartı, bu işin startını verdi.
Geçen hafta Zonguldak’ta görülen Afgan işçi Vezir Mohammad Nourtani’yi yakıp, cesedini yok etmeye çalışan maden ocağı sahipleri “Afganlı işçi, kim peşine düşer ki yakalım gitsin” demişlerdi. Bunu sağlayan politik iklim, muhalefetin AKP-MHP ittifakını yenmek için mülteci kozunu kullanma çabası ve iktidarın da bunu büyük bir ustalıkla alıp uygulaması ile gelişti. Serbestiyet’te yazdığım gibi “Muhalefet vaat etmişti, iktidara ‘nasip’ oldu.”[3]
AKP-MHP iktidarı son 5-6 senedir Avrupa’daki aşırı sağı aratmayacak uygulamalar ile göçmenlere karşı büyük bir saldırıyı sürdürüyor. Ali Yerlikaya’nın sık sık “illegalize ettikleri” göçmenler hakkında yakalama ve sınırdışı etme rakamları vermesi, komple teorisyenlerinin “İstilayı durdurun” havasına büyük destek sağlıyor.
Türkiye’de ekonomik, politik krizleri yaratan, istikrarı bozan 4 milyon göçmenmiş gibi bir hava yaratılıyor. 1980’lerin, 2000’lerin ekonomik krizleri hemen unutuluyor. Kapitalizmde ekonomik krizi üreten, bir avuç elitin milyonlarca işçinin sömürüsü üzerinden kazanma hırsı unutuluyor. Milyarlarca dolar kazanırken sıfır vergi vermeleri, üzerine Kovid vs bahane edilerek devletten kredi almaları unutuluyor. Bunun yerine savaştan, şiddetten, baskıdan ve diktatörlükten kaçıp başka bir ülkeye sığınan göçmenler suçlanıyor.
Bugün sigorta hakkı, sosyal yardım hakkı olmadan “kaçak” çalışan milyonlarca göçmen işçi ile Türkiyeli işçilerin, Avrupalı işçilerin kaderi bir ve tektir. Afgan işçi Nourtani yüzbinlerce maden ocağı işçisinden biridir. Onları insanlık dışı işlerde çalıştıran işverenler de bir ve tektir. Bu işverenlere destek verenler de…
Enternasyonal Dayanışmadaki yazıda yazıldığı gibi: “Suriyelilerin ucuz iş gücü olarak çalıştırılması, başta AKP-MHP iktidarı olmak üzere Türkiye kapitalizminin işçi düşmanı yüzünü sergilemektedir. Ancak muhalefet de, başta CHP olmak üzere Türkiye’de çalışan mültecilerin kayıtlı olarak çalışabilmeleri için gerekli yasal izinlerin verilmesi konusunda iktidarı sıkıştıran herhangi bir girişimde bulunmamaktadırlar. Mülteciler ve göçmenler yasal çalışma iznine sahip olsalar, yasal ikamet iznine sahip olsalar, ucuz iş gücü söylemleri sona erer.”[4]
“Ya sosyalizm ya barbarlık” çağrısının bugünkü karşılığı, sınıf mücadelesinin en kritik unsuru olarak, uluslararası düzeyde her yerde göçmenleri savunmaktır. Bu mücadele kazanırsa aşırı sağ gerileyecek. Göçmenler yalnız bırakılırsa işçi sınıfı ve tüm ezilenler kaybedecek.
Yıldız Önen
[1] https://www.theguardian.com/commentisfree/2024/sep/17/europe-far-right-appeasement-france-populist-progressive
[2] https://enternasyonaldayanisma.org/2024/09/04/irkci-duzen-partileri-afd-nazilerini-durduramaz/
[3] https://serbestiyet.com/gunun-yazilari/muhalefet-vaat-etmisti-iktidara-nasip-oldu-138808/
[4] https://enternasyonaldayanisma.org/2024/09/17/ozgur-ozele-yanit-sorun-gocmenler-degil-kapitalizm/