Bahçeli’nin önce DEM Partililerle el sıkışması, daha sonra Öcalan’a yaptığı çağrı ile Kürt sorununda yeni bir çözümün gündeme gelip gelmediğiyle ilgili tartışmalar son sürat ilerliyor. Hem tüm taraflar hem de bağımsız yorumcular konuyla ilgili görüşlerini anlatıp nasıl bir yol haritası çıkarılabileceğini tartışıyorlar.
Ben de elimden geldiğince bu adımın arkasındaki dinamikleri ve 2013 ile 2015 arasındaki çözüm sürecinin deneyimlerini de akılda tutarak sosyalistlerin nasıl bir tutum takınması gerektiğini irdelemeye çalışacağım.
Devlet belli ki, İsrail’in Filistin ve Lübnan’da ilerlettiği savaşın İran’a sıçrama ihtimalini büyük bir bölgesel, hatta muhtemelen küresel bir savaşın işareti olarak görüyor ve bu sürece Kürtlerle müttefik olarak girmediği takdirde Türkiye’nin bekası açısından bir risk oluştuğunu düşünüyor. En keskin muhalefet ihtimalini barındıran Bahçeli’nin ağzından yapılan çıkış, bu adımın şu an devleti yöneten akıl açısından ortak bir tutum olduğunun göstergesi olarak kabul edilmeli.
Devletin bu tutumu ve hamlesinden çıkarılacak siyasi sonuç ise net: 2015 ortasından itibaren çözüm sürecinin bitirilip tekrar çatışmalı sürece girilmesi, Suriye’ye yönelik askeri müdahaleler, Türkiye’de kayyım, baskı ve tutuklama politikaları… Hiçbiri sonuç vermemiş gözüküyor. Sürecin ilanı bunun itirafıdır. Türkiye devletinin son 9 yıldır izlediği politika kendisi açısından sonuç alıcı bir noktaya varmamıştır ve Kürt hareketiyle müzakere tekrar gündemin önemli bir maddesi hâline gelmiştir.
Dolayısıyla “Sürecin ne olduğunu anlayamadık” diyenlere verilmesi gereken ilk yanıt budur. Konu, Kürt halkının barış ve özgürlük taleplerinin devlet tarafından bir kez daha ciddiye alınmak zorunda kalınmış olmasıdır. Ve bu anlamıyla olumludur, kesinkes desteklenmelidir.
Zaten Kürt siyaseti de süreci bu doğrultuda anlıyor. DEM Parti en başından itibaren hem Bahçeli’nin hem Erdoğan’ın verdikleri mesajları önemsediklerini, çözüm için sorumluluk almaya hazır olduklarını söylüyorlar.
Bunun yanı sıra, CHP’li Esenyurt belediyesine “terörle bağlantı” olduğu gerekçesiyle kayyım atanması, elbette sürecin dikensiz bir gül bahçesi yaratmayacağını gösteriyor.
Süreci anlayamadıklarını söyleyip şüphe yaymaya çalışanlara söylenmesi gereken ikinci şey budur: Çözümü Kürt hareketinin “davayı sattığı” bir süreç olarak göstermek bütünüyle yanlış bir tutumdur, çözüm bir mücadeledir, burada egemenlere karşı ezilenlerin pozisyonunu güçlendiren bir çizgide durmak gerekir.
Böyle düşünüldüğünde “demokrasi olmadan barış olmayacağı” argümanına karşı kıran kırana bir mücadele yürütmemiz mecburidir. Bu argüman 2013’teki çözüm sürecinde de söyleniyordu, yanlış olduğu birçok açıdan görüldü.
Birincisi, 2013 yılının Ocak ayında başlayan çözüm süreci Türkiye’de siyasetin sivilleşmesi açısından büyük bir fırsat yarattı. Bunun en büyük meyvesi ise Haziran ayındaki Gezi direnişi oldu. Gezi Parkı’yla başlayan ve tüm ülkeye yayılan gösteriler, AKP’ye karşı o dönemde ilk kez darbe girişimlerine, militarizme, muhtıralara yaslanmayan, kitlesel ve militan bir muhalefet imkanını doğurdu. Yani “Demokrasi olmadan barış olur mu?” sorusu boşa düştü, barış ihtimali doğrudan bir demokrasi mücadelesinin fitilini ateşledi. Gezi Parkı’nda “çözüm sürecine öfke” olduğu iddiasını yaymaya çalışan ulusalcılar yenildi, Gezi bugün özgürlükçü ve barışçıl bir isyan olarak hatırlanıyor.
İkincisi, barış sürecinin 2015’te akamete uğramasının demokrasi açısından ne sonuçlar yarattığı bugün çok daha net görülüyor. Savaşın başlaması, arka arkaya bir dizi bombalama, darbe girişimi, onu izleyen OHAL, Türkiye’de demokrasi açısından 2013’ten çok daha geri bir durum yarattı. Şüphesiz ki barış sürecinde olumlu bir ilerleme kaydedilseydi bu manzarayla karşı karşıya kalmayacaktık.
Yani geçmişten ders çıkarmamız gerekir. Demokrasi ile barış birbirinin karşısına konulması gereken olgular değil; her ikisi de uğruna çaba gösterilmesi gereken mücadelelerdir.
Sol, sosyalistler, emek hareketi, içeriği belirsiz bir “AKP karşıtlığı” noktasından bakarak barış sürecini ve Kürtlerin on yıllardır sürdürdüğü mücadelenin sonucunu alma gayretlerini anlamsız kılamaz. Bu sözde AKP karşıtlığı CHP’nin tabanındaki orta sınıflara aittir, egemen sınıfa karşı mücadele verenlerin değil egemen sınıf adına yönetmek isteyenlerin çizgisidir ve tarihsel olarak Kürt düşmanıdır.
Kürt hareketi bu noktada akıllıca bir iş yapıyor. Çözüm sürecine CHP’nin de desteğini istiyor. Bu iki açıdan anlamlı. Tahminimce Kürt hareketi 2013’teki süreçte CHP ve müttefiklerinin olmamasını bir toplumsal mutabakatın sağlanamamış olmasında etkili görüyor. Ve Kürt sorunu gibi çok köklü bir meselenin, Batı’da yaşayan toplumdaki kutuplaşmanın bir tarafıyla el sıkışılarak gerçekleştirilmesinin anlamsızlığını öne atıyor. Türkiye toplumundaki kutuplaşmanın dışında, daha birleştirici bir mutabakat arıyor. Bunun yanı sıra CHP’de son yıllarda gelişen durumu, “kent uzlaşısı” işbirliklerini veri alarak oranın tabanındaki dönüşüme katkı sunarak barışa daha yakın duran kesimlere güç veriyor.
Sosyalistlerin daha önce bahsettiğim anti-Kürt bir AKP düşmanlığıyla hiçbir ilgisi yoktur, olamaz. Biz kültürel kamplaşmaların dışında işçi sınıfını birleştiren, AKP-MHP’nin otoriter yönetimiyle birlikte diğer egemen sınıf seçeneklerine de karşı duran antikapitalist bir muhalefet inşa etmek istiyoruz. Ve böylesi bir muhalefetin, yani muhalefet içerisinde işçi sınıfı hegemonyasını tesis etmenin en önemli uğraklarından biri Kürtlerle barışın sağlanması. Bu yolla Türk milliyetçiliğinin işçi sınıfı içerisindeki etkisinin geriletilmesi ve birleşik bir mücadelenin büyütülmesi.
Bunu “yeni bir yetmez ama evetçilik hevesi” olarak görenler, solu daha da zayıflatmaya, ulusalcı bir çizginin anlamsız bir uzantısı hâline getirmeye çalışıyorlar. Tereddütsüz olarak barışı savunan sosyalistler ise Kürt halkının tarihsel gerçekliğini anlıyor, kendi egemen sınıflarına karşı tutum alıyor ve Kürt halkının mücadelesine destek veriyorlar. Bu çizgi daha güçlü bir solun filizlenmesi adına yegane ümidimizdir.
Ozan Tekin