Kapitalizmin krizlerle boğuştuğu; savaşların, devrimlerin yaşandığı koşullarda ezilen uluslar karşısında alınacak tutum, günümüzde de merkezi önemini yüzyıl öncesindeki kadar korumakta.
Emperyalizmin krizi sonucu devletler arasındaki ekonomik, siyasal ve askeri rekabet koşulları nedeniyle, ulus devletler altında varlığını sürdüren, siyasal anlamda egemenlik hakkını elde edemeyen uluslar üzerindeki ulusal basınç güncellenerek artıyor.
20 yüzyılın başlarında devrimci marksistler, kapitalist devletler ve kamplar arasında sürmekte olan gerilimler, çatışmalar ve savaşlar karşısında “ulusun savunusu, yurtseverlik vb.” çeşitli gerekçeler altında yürütülen sosyal milliyetçiliğe karşı mücadele ettiler.
“Asıl düşman içeridedir” mottosundan hareketle, emperyalistler arasında sürmekte olan savaşı iç savaşa çevirmek suretiyle, var olan savaş koşullarının toplumsal bir devrime yol açması için çaba gösterdiler.
Emperyalizmin içinde bulunduğu hegemonya krizinin sonucu olarak “ulusal egemenlik hakkının savunusu, ulusun savunusu” adı altında sürmekte olan Ukrayna, Filistin, Lübnan ve tüm Ortadoğu’yu kapsayan savaşlar ve işgaller karşısında, devrimci sosyalistler benzer tutumu sergilemekteler.
“İşçilerin vatanı yoktur”
Marks ve Engels kapitalist toplumda temel çelişkinin kapitalist sınıf ile işçi sınıfı arasında olduğunu anlatır. Komünist Manifesto’da yer alan “işçilerin vatanı yoktur” sözleri Marksizm’in milliyetçilikle arasına koyduğu mesafenin özetidir.
Öte yandan kapitalizmin tek tek devletlerin ekonomilerinin birleşmesinden oluşan bir dünya ekonomisine dönüşmesi, sosyalizmin gerçekleşmesi için uluslararası düzeyde kapitalizmin yıkılması koşulunu zorunlu hâle getirdi.
Bu gerçeklikten hareketle Bolşevikler, 1917 Ekim devrimi sonrasında Rusya’da devrimin kaderini, devrimin Avrupa ülkelerine yayılmasına bağladılar.
Stalinizmin burjuva ulusçuluğunu savunan “tek ülkede sosyalizm” tezlerinin aksine devrimci sosyalizm dünya çapında kitlesel işçi mücadeleleriyle kapitalist devletlerin yıkıldığı koşullarda yeni bir toplumsal düzenin kurulabileceği iddiası üzerinden hareket etti.
Devrimci sosyalistler milliyetçiliğin karşısında enternasyonalizmi savundular. İşçi sınıfının ilk uluslararası örgütü 1. Enternasyonal’in kapısında “Bütün dünyanın işçileri birleşin” yazıyordu.
Marks ve ulusal sorun
Marks açısından ulusal sorun, kapitalizmin yıkılması hedefiyle işçi sınıfının birliği açısından ele alınan bir mesele oldu. Marks döneminde Avrupa’da gericiliğin kalesi olarak gördüğü, işçi ayaklanmalarını acımasızca bastıran Çarlık Rusyası’na karşı Polonya’nın bağımsızlık hareketini destekledi.
Marks, İngiltere’de İrlanda sorununda milliyetçiliğin işçi sınıfını bölen olumsuz etkisini gördü ve sınıf hareketini birleştirme mücadelesinin bir parçası olarak İrlanda’nın bağımsızlığını savundu:
“İngiltere’deki her sanayi ve ticaret merkezi şimdi iki düşman kampa bölünmüş bir işçi sınıfına sahip: İngiliz proleterler ve İrlandalı proleterler… Sıradan bir İngiliz işçi İrlanda’lı işçilerden yaşam standardının düşmesine neden olan bir rakip olarak nefret eder. İrlanda’lı işçilerle ilişkisinde kendisini egemen ulusun bir bireyi olarak hisseder ve böylece kendisini, ülkesinin kapitalistleri ve aristokratlarının İrlanda’ya karşı bir aleti durumuna dönüştürür ve bu yüzden de onların kendisi üzerindeki egemenliğini güçlendirir. İrlandalı işçilere karşı ulusal, sosyal ve dinsel önyargıları sevinçle benimser. Onlara karşı tavrı eski Amerikan köleci eyaletlerindeki ‘yoksul beyaz’ların ‘zenci’lere karşı tavrının aynısıdır. İrlanda’lı ise, İngiliz işçisine karşı aynı tepkiyi daha da keskin olarak gösterir. İngiliz işçisini İrlanda’daki İngiliz egemenliğinin hem suç ortağı hem de aptal maşası olarak görür.
Bu düşmanlık, basın, kilise, mizah dergileri, kısacası egemen sınıfın emrindeki tüm araçlar tarafından yapay olarak canlı tutuluyor ve yoğunlaştırılıyor. Bu düşmanlık İngiliz işçi sınıfının örgütlü olmasına karşın güçsüz olmasının sırrıdır. Kapitalist sınıfın iktidarını sürdürmesinin sırrıdır. Ve egemen sınıf bunun tamamen farkındadır.”[1]
Marks’ın İrlanda sorunuyla ilgili sözleri, kapitalizme karşı mücadelede ulusların kendi kaderini tayin hakkı savunusunun sosyalist devrim için vazgeçilemez bir siyasal talep olarak, bugün emperyalizm koşullarında güncelliğini koruyan değerlendirmeler.
Ekonomik ve kültürel yaklaşımlar
Avusturyalı marksistler imparatorluk içinde yaşayan uluslara “kültürel haklar “üzerinden yaklaştılar. Ve anayasal düzlemde sorunun çözümlenmesini savunarak mevcut statükoyu savundular.
Polonya sosyalist hareketinin liderlerinden Rosa Lüksemburg, kapitalizm altında ulusların gerçek anlamda bağımsızlığa kavuşamayacağını, sosyalist toplumda uluslararası birlik sağlandığından “ulusal bağımsızlık” talebine ihtiyaç duyulmayacağını savundu.
Lüksemburg, Polonya’daki sermaye gelişiminin burjuvaziyi Rusya’daki sermayeye bağımlı hâle getirdiğini, burjuvazinin bağımsızlık özlemleri taşımadığını tespit etti. “Polonya’nın altın zincirlerle Rusya’ya bağımlı olduğunu” söyledi.
Marks zamanında çarlığa karşı mücadele eden Polonya’daki asilzadeler, gelinen noktada çarlığı toplumsal muhalefeti ezmek için müttefik olarak görüp yüzlerini ona çevirmişlerdi. İşçi sınıfı açısından da benzer gelişmeler yaşanmaktaydı. Moskova ve Petrograd’daki işçilerle Varşova ve Lodz’daki işçilerin çıkarları birleşmişti. Ayrıca Polonya Sosyalist Partisi’nin sağ kanat milliyetçiliğine karşı sürdürdüğü sert mücadele, Rosa Lüksemburg’un “ulusal sorun” konusunda birlikçi bir tutum almasına yol açtı.[2]
Başka ulusu ezen uluslar özgür olamaz!
Lenin ulusal soruna ekonomik, kültürel açıdan yaklaşan çağdaşlarının aksine, meseleyi işçi sınıfının siyasal iktidarı ele geçirmesi açısından ele aldı. Marks ve Engels gibi Lenin de ezilen ulus milliyetçiliğinin ulusal baskı karşısındaki mücadelesinin devrimci dinamiğini kavradı, ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkının koşulsuz desteklenmesi gerektiğini savundu.
Ezilen ulus milliyetçiliğiyle, ezen ulus milliyetçiliği arasında keskin bir ayrım yaptı.
“ …büyük bir ulusun vatandaşları olan bizler, tarihsel oluşum içinde sayısız şiddet olayları nedeniyle hemen her zaman suçlu olmuşuzdur…
“İşte bu nedenle ezenler ya da (ancak şiddetlerinde büyük, zorbalıklarında büyük oldukları halde) «büyük» ulus diye tanımlanan uluslar açısından enternasyonalizm, sadece uluslar arasında biçimsel eşitliğin sağlanması değil, uygulamada nasılsa ortaya çıkacak eşitsizliği dengeleyecek ölçüde büyük ulus aleyhine eşitsizliğin sağlanması demek olmalıdır. Bunu anlamayanlar, ulusal sorun konusunda gerçek proleter tutumu kavrayamamışlardır.”[3]
Lenin, sınıf mücadelesini öne sürerek ulusal ezilmişliği görmezden gelen sosyal şovenizme karşı, “Başka ulusu ezen uluslar özgür olamaz” dedi.
Ezen ulus milliyetçiliğine karşı mücadele, işçi sınıfının çıkarlarının sermayenin çıkarlarıyla uzlaşmasına yol açan milliyetçi fikirlerin geriletmesini sağlarken, devletin baskı mekanizmalarını da geriletip, sınıf mücadelesinin canlanmasına yol açar. O nedenle kendi kaderini tayin hakkı her durumda otomatik olarak ayrılıkçı tutum almayı gerektirmeyebilir. Nitekim Lenin, Polonya’da işçilerin bu hakkı kullanmaktan kaçınabileceklerini söyledi. Ancak Polonyalı işçiler ayrı bir devlete sahip olmak isterlerse Rusya’da sosyalistlerin bu hakkı savunmak için mücadele etmeleri gerektiğini söyledi.
Demokratik bir talep
Ezilen ulus mücadelesi, egemen sınıfların zayıflamasına yol açarken, uluslararası sınıf mücadelesinin canlanmasına yol açar.
1968’de ABD’nin Vietnam’ı işgali karşısında Vietnam’daki direnişin, başta ABD olmak üzere tüm dünyada sahiplenilmesi, dünyanın en güçlü ekonomisinin yenilgisinin dışında ABD, Fransa, Polonya, Almanya, İtalya ve Portekiz’de kitlesel grevlere ve gösterilere yol açtı, tüm dünyayı sarsan devrimci dalgalanmalar oldu.
Kendi kaderini tayin hakkı “kapitalizmde imkânsız, sosyalizmde gereksiz” tezlerinin aksine, ulusal baskı mekanizmasına karşı savunulması gereken demokratik bir taleptir. Devrimci sosyalist Tony Cliff’in söylediği gibi sosyalizmde demokrasi işçi devletinin kalbidir. Demokrasi olmadan sosyalizm olmaz. Ezen ulusların işçilerinin ulusal baskıya karşı verdikleri mücadele, işçi devletinin gönüllü birliklere dayanan sosyalist toplum yaratmasının biricik güvencesidir. Nitekim Rusya’da 1917 Ekim devrimi öncesinde Bolşevikler bu hakkı tavizsiz savundular. Kendi kaderini tayin hakkı, ulusların hapishanesine dönüşen Çarlık Rusya’sında işçi sınıfını iktidara götüren yolun temel motivasyonlardan biri oldu. Ve devrim sonrasında bu hak yaygın bir biçimde uygulandı.
Lenin açısından ezen ulusların yanında olmak hiçbir zaman bir seçenek olmadı. Nitekim Lenin hasta yatağında son mücadelesini Stalin tarafından hortlatılan Büyük Rus Şovenizmine karşı verdi.
Lenin’in ortaya koyduğu temel tezler günümüzde de Marksizm’in omurgasını oluşturmakta. Devlet Bahçeli’nin “Öcalan DEM Parti grup toplantısında konuşsun, umut hakkından yararlansın” sözleriyle yeniden gündeme gelen Kürt sorunu konusu, Kürt halkının ulusal demokratik taleplerinin karşılanmasıyla çözümlenebilir. Çözüm süreci ve sonrasında yaşanan gelişmeler, Kürt halkının kiminle masaya oturacağına veya oturmayacağına, barış ve çözümün hangi koşullarda yapılacağına ilişkin sosyal şovenizmin gölgesinde yürütülen tartışmaların barış ve özgürlük getirmediğini gösterdi.
Aynı zamanda işçi sınıfının ve ezilenlerin cephesini zayıflattığını da gösterdi. O nedenle Kürtlere akıl vermek yerine batıda Kürtlerin barış talebini karşılayan kitlesel bir barış hareketini inşa etmek, Kürt sorununda çözümün dışında, demokrasi ve özgürlüklerin de kazanılması için tek yol.
Çağla Oflas
[1] https://www.dsip.org.tr/index.php/yayinlar/95-sosyalist-isci/1540-alex-callinicos-marksizm-ve-ulusal-sorun
[2] https://antikapitalist.net/kutuphane/acik-kitaplik/cliff/lenin2/03_ulusal-sorun.pdf).
[3] (Https://marksist.net/marksist-tutum/ulusal-sorun-uzerine)