Komünist Manifesto’nun bize söyledikleri

0 Shares
0
0

Komünist Manifesto yayınlandığı 1848 yılının üzerinden 176 yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ etkili bir metin. Metin, içinde geçerliliğini yitirmiş bölümler olsa da, kapitalist toplumun işleyişini net bir şekilde açıklıyor. O nedenle de nesiller boyunca kapitalizme karşı mücadele eden öncü ve sosyalist işçiler arasında çok yaygın bir popülariteye sahip.    

Komünist Manifesto’nun birinci bölümünün girişinde “Şimdiye kadar var olan tüm toplumların tarihi sınıf mücadelesinin tarihidir” der. Bu önermenin karşısında “tarihin sonu”nun geldiğini, kapitalizmin galibiyetini ilan eden tezler mürekkebi kurumadan çöp oldu. Kapitalizm ekonomik, siyasal ve jeopolitik alanda derin krizlerle sarsılıyor. Sermayenin insanlığın ve gezegenin üzerinde yaşayan tüm canlıların yaşamlarını iyi anlamda değiştirecek bir iyileştirme sağlayabileceğine ilişkin hiçbir vaadi yok.

Sınıfsal kutuplaşma ve çatışmalar metnin yayınlandığı 1848’den çok daha net görünür hâlde. Oxfam, Ocak 2024’de yayınladığı bültende, 2020’den bu yana en zengin beş kişinin servetinin yüzde 114 arttığını belirtti. Bültene göre dünya ilk trilyonerine sadece on yıl içinde kavuşabilecekken, yoksulluğun sona ermesi için iki yüz yıldan fazla zamana ihtiyacımız var. Sağlık ve sosyal hizmetler sektöründe çalışan bir kadının, en büyük 100 Fortune şirketinin ortalama CEO’sunun bir yılda kazandığı kadar kazanması için 1200 yıl beklemesi gerekecek.  

Büyük şirketler, 2023’te yıllık kâr rekorlarını altüst ettiler. Dünyanın en büyük şirketlerinden 148’i, Haziran 2023’e kadar olan yılda toplam 1,8 trilyon dolar net kâr elde etti; bu, 2018-2021’deki ortalama net kârlara kıyasla %52’lik bir artış anlamına geliyor. Beklenmedik kârları neredeyse 700 milyar dolara fırladı. Rapor, 96 büyük şirketin Temmuz 2022 ile Haziran 2023 arasında elde ettiği her 100 dolarlık kâr için zengin hissedarlara 82 dolar ödendiğini tespit ediyor.

Raporda işçi sınıfının çok daha uzun saatler ve genellikle güvencesiz işlerde sefalet ücretleri aldıkları belirtiliyor. Yaklaşık 800 milyon işçinin ücretleri artan enflasyon oranları karşısında son iki yılda 1,5 trilyon dolar kaybetti. Bu da her işçi için yaklaşık bir aylık (25 günlük) ücret kaybına eşdeğer[1].

Tüm bu rakamlar, milyarlarca emekçinin, pandemi ve sonrasında artan enflasyon ve Ukrayna’da yaşanan savaşın ekonomik ve sosyal sonuçlarının yol açtığı şok dalgalarını omuzladığı koşullarda, kapitalistlerin servetlerine servet kattığını gösteriyor. Bu muazzam eşitsizlik bir tesadüf eseri yaşanmıyor elbette.  Manifesto’nun yazarları Marks ve Engels, kapitalizmin işçilerin yaşam standartlarını kötüleştirme ve onları yoksullaşma eğiliminde olduğunu öne sürerken, bu muazzam eşitsizliğin arka planında emek gücüne ve onun yeniden üretim maliyetine eşdeğer bir ödemenin yapılmasının, kapitalistler tarafından artı-değere el konulmasının yattığını anlattı. Kapitalist toplumda, toplumsal servetin kaynağını işçilerin karşılığı ödenmemiş emeği oluşturur; tersine işleyen bir biçimde işçiler çalıştıkça yoksullaşır, sermaye zenginleşir. Her gün, her saniye beyaz ya da mavi yakalı fark etmeksizin her türlü istihdamın olduğu yerde tekrarlanan sömürü koşulları, uzlaşmaz bir biçimde iki sınıf arasındaki çatışmanın temel nedenini oluşturmaktadır.

Sermayenin yoğunlaşması, merkezileşme

Kapitalist toplumda toplumsal ilişkilerin temeli olan rekabet, sermayenin yoğunlaşmasına ve merkezileşmesine, servetin giderek sayıları azalan kapitalistlerin elinde toplanmasına, diğer uçta ise köylülüğün, küçük burjuvazinin, orta kesimlerin erimesi ve işçilerin sayısal olarak büyümesine yol açmakta. Manifesto yazıldığında kırsal nüfusa oranla kentsel nüfus çok daha küçüktü. Bugün kırsal nüfus iyice azalmış, şehirleşme büyük oranda gerçekleşmiş durumda. Dünya nüfusunun 3,3 milyarını oluşturan işçiler, kent nüfusunun çoğunluğunu oluşturuyorlar. Öte yandan teknolojik ilerlemeler, uzmanlaşmayı değersizleştirip vasıflı iş gücünü yok etmek suretiyle, ücretleri alt seviyeye çekmekte. Böylelikle de işçi sınıfının farklı kesimleri düşük ücret seviyesinde eşitleniyor. Marks ve Engels bu süreçlerin işçi sınıfını birlikte harekete geçirirken, kapitalist toplumun  sonunu getirecek yeni bir toplumsal sistemin inşasının da nesnel koşullarını hazırlamakta olduğuna işaret etmişlerdi.

Birleşen işçiler yenilmezler

Marks ve Engels, yaşam standartları ve ücret düzeyleri giderek eşitlenen işçilerin ortak çıkarlarının işçileri birleştirdiğini, tek tek işçilerle burjuvalar arasındaki çatışmaların giderek iki sınıf arasındaki çatışmaya dönüştüğünü anlattı. Bu metnin yazarları, işçiler zaman zaman kazansalar da zaferlerin geçici olduğunu, ancak mücadelenin sürekli genişleyen bir birleşmeye yol açmasının zaferden daha kıymetli olduğunu anlattılar. Çünkü tek tek iş yerleri bazında süren mücadelenin ulusal çapta bir mücadeleye dönüşmesi için işçi sınıfının ihtiyacı olan tek şey birleşmektir. O nedenle de “her sınıf mücadelesi siyasal bir mücadeledir”. Siyasal mücadelelerin birleşmesi sınıf hareketinin de merkezileşmesine yol açar.

Nitekim, son 20 yılda pek çok kez kapitalizmin otoriterleşip işsizlik, savaş ve sefalet koşullarını geniş emekçi kesimlere dayatması karşısında, zaman zaman yaşanan isyan dalgalarının diktatörlüklere, baskıcı iktidarlara yöneldiğine tanıklık ettik. 2011 Arap devrimlerinin hedefinde 40 yıllık diktatörlükler vardı. Pandemi ve sonrasında kitlesel mücadelelerin yine hedefinde baskıcı iktidarlar vardı. 2019’da Kolombiya’da başlayan ülke çapındaki gösteriler, 2020’de vergi artırımına karşı 50 yerde birden başlayan grev ve gösteri dalgasının hedefinde yozlaşmış iktidar vardı. Belarus’ta 2020’de Cumhurbaşkanı seçimlerine hile karışması üzerine halk 26 yıldır iktidarda olan Cumhurbaşkanı Lukaşenko’ya karşı ayaklandı. 2022’de Kazakistan’da gaz fiyatlarının artışı karşısında halk meclise yürüdü. İran’da ise 2017-2018’de başlayan ekonomik mücadeleler, 2019’da benzin fiyatlarını arması sonucunda genel bir isyana dönüştü. 2022’de ise Masha Amini’nin ahlak polisi tarafından öldürülmesi sonrasında gösteriler rejim karşıtı isyana dönüştü. Sri Lanka’da kemer sıkma politikaları sonrasında yaşanan genel grev, başkanın istifasına yol açtı.

Reform değil, devrim

Manifesto, işçi sınıfının kazanımlarını korumasının tek yolunun siyasal iktidarı ele geçirmesi olduğunu anlatır. Ancak “siyasal iktidarın ele geçirilmesinden” kastettikleri şey kesinlikle reformistlerin yıllardır söyledikleri, işçi sınıfının parlamento yoluyla iktidara gelip kapitalist devlet mekanizmasını kendileri lehine kullanması değil. Tarihin çeşitli dönemlerinde işçi sınıfının yenilgisine yol açan bu fikrin ardında devletin tarafsız bir yapı olduğu yanılsaması yatmaktadır. Oysa bu metnin yazarları, “modern çağda devletin burjuvazininim işlerini gören bir komiteden” ibaret olduğunu yazdı. Marks, 1848 Avrupa devrimleri sonrasında işçi sınıfının kapitalist devleti parçalaması ve yerine kendi iktidar organlarını koyması gerektiğini söyledi.

Kolektif mülkiyete dayalı bir yaşam

Marks ve Engels öncesinde de kolektif mülkiyete dayalı sınıfsız toplumu savunan düşünürler vardı. Robert Owen, Fourier, Saint Simon gibi. Thomas More’un komünist toplumu anlattığı “Ütopya” adlı kitabı 16. yüzyılda yazılmıştı. Ondan önce de Hristiyanlar özel mülkiyete karşı cemaatler hâlinde örgütlendiler. Marks ve Engels tüm bu eğilimleri ütopik sosyalizm olarak değerlendirdi. Ütopyacılar, sosyalist bir toplumun iyi niyetli insanların telkinleriyle yukarıdan aşağıya kurulabileceğini düşündüler. Marks ve Engels metinde, kapitalist gelişmenin belli bir aşamasında, var olan üretim ilişkilerinin kaçınılmaz olarak üretici güçlerin gelişimine engel olduğu koşullarda devrimler çağının başladığını ilan ettiler.

“Toplumsal varlık insanların bilincini belirler.” Sınıf mücadelesinin görece düşük olduğu “normal” zamanlarda egemen sınıfın fikirleri geniş kitleler üzerinde daha etkilidir. Mücadelenin seyrinin yükseldiği zamanda egemen fikirler etkisini yitirmeye başlar. Rosa Lüksemburg, Rusya’da 1905 devrimiyle ilgili yaptığı değerlendirmede, işçilerin normal zamanlarda birkaç yılda ulaşabilecekleri bilince birkaç gün içinde ulaştığını söylemişti. Aşağıdan harekete geçen kadın ve erkek işçiler, toplumu değiştirme çabasıyla, sendikalarda ve partilerde etkinleşmeye başlarlar.

İşçi sınıfı ve sosyalistler

Yeri gelmişken belirteyim, bugün hâlâ anlaşılmayan bir konuyla ilgili Manifesto’da şöyle denilmektedir: “Komünistler bir bütün olarak proleterlerle nasıl bir ilişki içindedirler? Komünistler, öteki işçi sınıfı partilerine karşı duran ayrı bir parti oluşturmazlar. Bir bütün olarak proletaryanın çıkarlarının dışında ve ayrı çıkarları yoktur. Onlar, proletarya hareketini biçimlendirecek ve bir kalıba sokacak kendilerine özgü sekter ilkeler ileri sürmezler.”

Bu satırlar bugün de çok önemli. Önemli çünkü mücadele yöntemlerimizi istediğimiz biçimde değil, işçi hareketinin olduğu hâliyle, hareketin gerçek ihtiyaçlarından çıkan hedeflerle belirleriz. Bu yöntem işçi hareketinin eteklerine yapışmış “devrimci” cemaatlerin sekterliğinin çok uzağındadır.

Enternasyonal

Sermayenin yoğunlaşması sonucu ortaya çıkan kapitalizmin emperyalizm çağı, Manifesto’nun tezlerini çok daha belirgin hâle getirdi. Kapitalizmin bir dünya ekonomisine dönüşmesi, ekonomik krizlerin ve yıkıcı savaşların meydana gelmesine yol açtı.  

Manifesto’yu okuyanlar, bu metnin yazarların bugün yaşanılan süreci tamamıyla öngördüğünü görecektir. 20. yüzyılın başında kapitalizmin krizi yaklaşık 75 milyon insanın ölümüne, uygarlığın yıkımına yol açan iki dünya savaşını beraberinde getirdi. Bugün “kemer sıkma politikaları” ve özelleştirmeler, enflasyon aracılığıyla milyonlarca işçi krizin faturasını ödeyip en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamaz durumdayken; Ukrayna, Gazze, Suriye, Irak, Yemen’de milyonlarca insan kapitalist devletlerin dünya pazarlarına hâkim olma mücadelesinin yıkıcı etkilerini yaşıyorlar.

O nedenle de sosyalizm mücadelesi de uluslararası olmak zorundadır. Metnin yazarları “işçilerin vatanı yoktur” derken de enternasyonalizmi içermeyen bir sosyalizm olmayacağını düşündüler.

Öte yandan krizler sistemin dönüşmesi için yeterli koşulu yaratmazlar. Egemen sınıfların çıkarları, statükoyu korumak için güçlü bir şekilde direnmelerine yol açar. Bu nedenle işçi sınıfının çıkarlarını savunan, işçi sınıfının öncü kesimlerini kapsayan, merkezi bir biçimde örgütlenen devrimci bir partiye ihtiyacı var. Marks ve Engels bu ihtiyaçtan hareketle Manifesto’yu soyut bir belge olarak değil, siyasal bir eylem çağrısı olarak, devrimci partiyi harekete geçirmeye yönelik bir program olarak kaleme aldılar.

Çağla Oflas


[1] https://www-oxfam-org.translate.goog/en/press-releases/wealth-five-richest-men-doubles-2020-five-billion-people-made-poorer-decade-division?_x_tr_sl=en&_x_tr_tl=tr&_x_tr_hl=tr&_x_tr_pto=tc)

Yazar

0 Shares
You May Also Like

Kira krizi derinleşiyor – Erkan Erdem

Ekonomik kriz, konut kiralarını fahiş seviyelere çıkarırken, birçok kiracı açısından mahkemeye taşınan kira davaları da sonuçlanmaya başladı. Tahliye…

Büyük depresyon ve tehlike çağı

Geçen hafta sonu Enternasyonal Dayanışma toplantılarında yaptığım konuşmada, şu anda kapitalizmin ilk büyük ekonomik krizi olan 1873-1896 döneminde…