Avrupa medeniyetinin inşası köle transferi olmadan gerçekleşemezdi. Kolonyalizmin bir amacı toprak işgali ve kaynakların talanı iken diğer amacı keşfedilmiş köle emeğinin transferiydi. Avrupalı gemi kumpanyaları, savaş ve kargo gemilerinin yanına köle transfer gemilerini inşa etmekte gecikmediler. Avrupa bir yandan siyah köleleri transfer ederken “yeni dünya” Amerika’ya köle transferinin de köprüsü hâline geldi.
İçleri köleler için özel olarak dizayn edilmiş olan bu gemiler aynı zamanda beyaz efendiye biat etmeyi öğreten, onlara dil ve iş becerisi kazandıran, en nihayetinde köle işçi üreten “fabrika gemilere” dönüştüler. Uzun yolculuklardan sağ kalan kadın ve erkek köleler tarım plantasyonlarının zincirlenmiş yeni iş gücü oldular. Çocuklar ve doğmakta olan bebekler ise geleceğin en önemli iş gücü yatırımıydı.
Modern sanayinin gelişimi, köle ve buna ek olarak göçmen emeğinin makine başına çekilmesini sağladı. Siyahlara uygulanan ve 20’nci yüzyılın ortalarına kadar devam eden ırkçı ayrımcılık, siyah işçilerin esaret zincirlerinden kurtulmasını engelledi. “Yurttaş özgürlüğü” tanındığında onlar artık kapitalist üretim zincirlerine bağlanmış modern kölelerdi.
Avrupa medeniyeti 20’nci yüzyılda iki kanlı boğazlaşmanın savaşını yaşadı. Bunlar emperyalist paylaşım savaşına dayanan Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarıydı. Özellikle İkinci Dünya Savaşı, Avrupa’nın faşizme teslim olduğu kanlı bir süreçti. Faşizm yeni tipte bir sömürgecilik, Nazi toplama kampları ise yeni türde bir kölelik sistemi inşa etti. Kapısında “Çalışmak Özgürleştirir” yazan kamplar sadece imha kurumları değil aynı zamanda devasa sermaye birikimi sağlayan sömürü merkezleri oldular.
Berlin’de Reichtag binasına kızıl bayrak asıldığında İkinci Büyük Savaş sona erdi. Faşizm yenilmişti. Ucuz ve güvencesiz emek ticareti bu kez Almanya ve Avrupa kentlerinin, sanayi tesislerinin yeniden inşası için gündeme geldi. Savaş yorgunu milyonlarca işçi “misafir işçiler” olarak Avrupa kentlerine transfer edildiler. Fakat misafirlerin çoğu geri dönmedi. Sistematik hâle gelen emek göçü yıllar içinde devam etti.
Tarihin ilginç anekdotlarından biri de şudur: Savaş boyunca yurttaşları mülteci durumuna düşen Avrupa devletleri, savaş sonrasında bu kez Avrupa dışındaki ülkelerden gelecek mültecileri heyecanla karşıladı. “Medeniyet” 1951’de Cenevre’de imzalanan mülteci sözleşmesini emek transferi için alabildiğine kullandı.
21’inci yüzyıla girerken dünya göç nüfusu katlanarak büyüdü. Merkez kapitalist ülkeler için bu durum gereğinden fazla mülteci demekti. 2000’li yıllardan itibaren kademeli olarak sert tedbirler ve kalın bariyerler gündeme geldi. Avrupa Birliği artık mültecileri istemiyor, tersine onları olabildiğince sınır dışı etmek istiyordu. Yine de nüfusu giderek yaşlanan Avrupa’nın genç iş gücüne ihtiyacı vardı. Bundan böyle “sınırlar” göçmen geçişlerini sıfırlamak için değil, filtrelemek için dizayn edilecekti. Mülteciler geri itilirken onların yerini dolduracak çözüm “geçici sözleşmeli göçmen işçiler” şeklinde formüle edildi.
Kanımca Avrupa medeniyeti modernizminin göç alanındaki temel paradigma değişikliği, AB Yeni Göç ve İltica Paktı’nın imzalanmasıyla taçlanmış oldu. Yeni göç yönetimi stratejisi mültecilere karşı adı konmamış bir muharebe başlatıyor ve göçü az gelişmiş ülkelerin üzerine yıkacak “göçmen depoları” oluşturuyordu. Kelle başı kirli para pazarlıkları Avrupa medeniyetinin utanç vesikası olarak kayda geçti. Şüphe yok ki bu projenin prototip ülkesi Türkiye’ydi.
AB Yeni Göç ve İltica Paktı aynı zamanda nitelikli iş gücünün eğitimi ve elbette ticareti için çeşitli fon ve projeleri devreye soktu. AB kalkınma ajansları özel istihdam bürolarıyla iş birliği hâlinde muazzam bir göçmen işçi pazarı oluşturdu. Fakat pazarın yeni işçileri için bir şart vardı: kalıcı olmamak, sürekli hâlde ve mobilize yedek işçi ordusu olarak Avrupa iş gücü sahasında dolaşmak. İşi ya da pili biten göçmen işçiler önceden bağıtlanan akitler gereği Avrupa dışına çıkarılacaklardı. Magdooff’un “kullan at emekçileriydi” artık onlar.
Avrupa tekeller birliği bununla da yetinmedi. Yeni göç paradigması ışığında ve evrensel mülteci haklarını ayakaltı ederek “sistematik geri gönderme” stratejisini devreye koydu. Eskiden “başlangıç ülke – transit ülke – hedef ülke” biçiminde şekillenen göç rotası tersine çevrildi. Böylece hedef ülkeye ulaşan mülteciler kademeli olarak transit ve başlangıç ülkelere deport edilmeye başlandılar. Göç döngüsünde yarım kalan daire tekeller için tamamlanmıştı artık. Yeni yüzyıla miras bırakılan karanlık ve devasa bir göç yönetim biçimiydi bu. AB parlamentosu oylaması sırasında sevinç gözyaşı döken milletvekilleri, efendilerine sadakatin en önemli sahnelerinden birini sergilemişti. Zira kapitalizmin küresel rekabetinde AB için muazzam bir buluştu bu.
Ama ve lakin tüm bu sürecin siyasal bir zemine oturması gerekiyordu. Böylece “aşırı sağ” partilerin önü açıldı ve mülteci deportunu hızlandıracak güçlü bir yerli kitle tabanı oluşturuldu. Avrupa “sol”una ve sosyal demokrat partilerine de rol biçilecekti. Sosyal demokratların yeni sloganı belli olmuştu: “Aşırı sağ gelmesin diye göçmen karşıtı yasaları biz uygulayalım”(!) İkinci Enternasyonal’in bakiyesi uğursuz şovenizm ruhu bir kez daha karşımızdaydı.
Fakat her şey kötü değil ve her şeye rağmen ufukta umut ışığı var. Avrupa halklarının anti-faşist, anti-ırkçı mücadele ve dayanışma geleneği zaman zaman kendini gösteriyor. En önemli zayıflık ise “mültecilerle dayanışma” çizgisinin aşılamaması. Oysa AB’nin yeni göç paradigmasında gedikler açmak, esas olarak yerli ve göçmen emekçilerin ortak hak mücadelesi ve ortak örgütlenmesiyle mümkün. Sınıf mücadelesi ise her şeyin esası. Avrupa işçi sınıfının şovenizmden kurtarılması ve hatta eski nesil göçmen işçilerin ırkçı partilere yönelişinin engellenmesi için de bu adımlar şart.
AB Komisyon Başkanı Ursula Von Der Leyen’in Türkiye ziyaretleri, AKP iktidarını Yeni Göç ve İltica Paktı’nın partneri yaparken, Avrupa’nın ve Türkiye’nin mücadele dinamikleri karşıt bir göç stratejisi için el ele vermek zorunda. AB’nin Suriye’nin yeniden inşasında mülteci işçiler üzerinden oluşturmaya çalıştığı köle pazarını da bir kenara not düşelim. Dolasıyla Suriye ve Orta Doğu’nun yeni göçmen işçileri de bu kapsam içine alınmalı.
Ercüment Akdeniz
(Enternasyonal Dayanışma dergisinin 2. sayısında yayımlanmıştır.)