Hizbullah mücadelenin içinden doğmuştu. Ancak bugün İsrail’in savaş makinesini yenmek istiyorsak yeni bir kitle hareketine ihtiyacımız var.
Lübnan’ın direniş tarihine Siyonizm ve Batı emperyalizmine karşıtlık damgasını vurmuştur. Bu tarihi anlamak, direnişin karşılaştığı zorlukları ve kurtuluş potansiyelinin nerede yattığını ortaya koymaktadır.
1970’ler boyunca ülke bir iç savaşa ve İsrail ile süregelen çatışmalara gömüldü.
İsrail, 1982’de Lübnan’da yıkıcı bir işgal başlattı. Haziran ve Ağustos ayları arasında yaklaşık 14 bin Lübnanlı ve Filistinli öldürüldü.
İsrail destekli Hristiyan ordusu Falanjistler, Eylül 1982’de Sabra ve Şatilla katliamlarını gerçekleştirerek yaklaşık üç bin 500 Filistinli mülteciyi öldürdü.
İsrail’in saldırısı, Lübnan’daki Filistin Kurtuluş Örgütü’nü yenilgiye uğrattı. Lübnan’ı işgal etti ve Beyrut’u kuşatarak elektrik, gıda ve suyu kesti.
Buna rağmen yazar Tabitha Petran, “savaşçılar, aktif destekçileri ve sivil halk arasında dikkate değer bir dayanışma duygusu oluştuğunu ve kuşatma boyunca yüksek bir moralin hakim olduğunu” anlatıyor.
İsrail’in Şii bölgelerini yok etmesi, İsrail’e karşı yaratılan dayanışma düzeyiyle birleşince “Tanrı’nın Partisi” Hizbullah’ın temelleri atılmış oldu. Hizbullah, Lübnan’ın yıkıntıları arasından ortaya çıktı. Şii Müslüman örgüt, devrimci ve militan bir örgüt olarak güney Lübnan’daki yoksul Şii bölgelerinde aşağıdan gelişti.
Arap ülkelerindeki diğer direniş güçlerinden farklıydı. Hizbullah, Lübnan’ın Şii bölgelerinde bir taban oluştursa da daha geniş bir destek kazandı.
Fransız sömürgeciler, 1920’lerde mezhepsel bölünmeleri devletin ve toplumun dokusuna yerleştiren bir siyasi sistem inşa etmişlerdi.
Daha sonra Lübnan egemen sınıfı, mezhepçiliği halkı bölmek ve yönetmek için kullandı. Ancak Hizbullah mezhepçi siyaseti aşmaya başladı.
Lübnanlı sosyalist Bassam Chit, Hizbullah’ın “İsrail’e karşı direnişteki rolüyle dönüştüğünü” söylemişti: “Hareket sağlık ve refah programları başlattı, okullar açtı, ulusal bir hareket gibi halka hitap etmek için dar İslamcı politikaların ötesine bakmaya başladı.”
2000 yılına kadar süren 18 yıllık işgal ve kuşatma sırasında İsrail iki önemli saldırı düzenledi. Temmuz 1993’te güney Lübnan’ı yakıp yıktı, Nisan 1996’da 154 Lübnanlı sivili öldürdü.
Ancak işgal, direnişin kökünü kazımayı başaramadı. İsrail sadece Hizbullah’a olan desteği daha da arttırmayı başardı.
1992’de Hizbullah, İran’ın dini lideri Ali Hamaney’in desteğiyle Lübnan’daki seçimlere katılmaya karar verdi. Yarıştığı 12 sandalyeyi de kazandı. Bu, örgütün yaygın desteğini göstermekle birlikte, Hizbullah’ın devletle bütünleşmesinin de başlangıcına işaret ediyordu.
İsrail, 2000 yılında Lübnan’dan çekildi. Hizbullah ulusal kurtarıcı olarak selamlandı. İsrail, 2006 yılında Lübnan’ı tekrar işgal etti. Temmuz ayında “Dahiya Doktrini ”ni uygulamaya başladı. Amacı mümkün olduğunca çok sayıda vatandaşı öldürmek ve sakat bırakmaktı. İsrail yaklaşık bin 300 sivili öldürdü, bir milyon Lübnanlı’yı yerinden etti.
1982’de olduğu gibi, İsrail’in acımasız bombardımanları sadece daha fazla direnişe yol açtı. Bu kez direnişin başını Hizbullah çekiyordu. Ancak 1982’den farklı olarak Hizbullah, İsrail’i Lübnan’dan çıkmaya zorladı.
Lübnanlı sosyalist Simon Assaf şöyle diyordu: “İsrail’in ‘Dahiya Doktrini’ kötü niyetli ve acımasızdı. Vahşiliğine rağmen başarısız oldu. Halkın gözünü korkutmak yerine, eşi benzeri görülmemiş bir kitle hareketi yardımına koştu.”
Hizbullah halktan destek almaya devam etti. Ortak baskı deneyimleri üzerine, dini ve mezhepsel farklılıkları aşan geniş dayanışma ağları inşa edildi.
Birleşik bir direniş potansiyeli yeni bir oluşumda, Samidoun’da görüldü. Samidoun, küçük bir grup devrimci sosyalistin öncülük ettiği bir yardım örgütüydü. Assaf, Samidoun’u “Lübnan’ın uzun krizler ve savaşlar tarihi boyunca bir iplik gibi örülmüş öz-örgütlenme geleneğine kök salmış” olarak tanımlıyor.
Tüm Arap milliyetçisi sloganları reddeden derin bir siyasi projeydi. Tüm Arap rejimlerinin kapitalist sınıfın çıkarlarına hizmet ettiğini kabul ediyor ve kendisini demokratik ilkeler temelinde örgütlüyordu. Samidoun mezhepçiliğe meydan okudu, Hizbullah ile Lübnan Komünist Partisi arasında birleşik bir cephe oluşturmaya çalıştı. Ancak Ağustos 2006’da savaş bittiğinde Samidoun da sona erdi ve onunla birlikte devrimci örgütlenme potansiyeli yok oldu.
Hizbullah savaştan sonra bir seçimle karşı karşıya kaldı. Samidoun tarafından oluşturulan direniş modellerinden faydalanabilir ve gerçek bir devrimci hareket olabilirdi. Ya da mezhepçiliğe meyledecek ve devletle uzlaşacaktı. Hizbullah ikincisini seçti.
Hizbullah 2007 yılında Paris III anlaşmalarını imzaladı. Bu anlaşmalar İsrail’in yıkımından sonra Lübnan’ın yeniden inşası için fon sağladı, ancak neoliberalizmin fiyat etiketiyle birlikte.
Ve grup, Lübnan’ın diğer Arap rejimleriyle olan bağlarını güçlendirdi. Hizbullah’ın sosyal yardım programı büyük ölçüde İran ve Katar’dan gelen havalelerle finanse edildi. Hizbullah silah konusunda büyük ölçüde İran’a bağımlı hâle geldi. Hizbullah’ın çıkarları Lübnan halkı ve emperyalizm karşıtlığından ziyade diğer Arap devletlerinin egemen rejimleriyle uyumlu hâle geldi.
Assaf, “Hükümete katılarak ve siyasi tavizler vererek, Hizbullah’ın sosyal ve ekonomik sorunları ele alma kabiliyeti kısıtlandı, yoksulların sesi olma ve mezhepçi politikacılara meydan okuma potansiyeli azaldı” dedi. Hizbullah daha bürokratik hâle geldikçe, yeniden yapılanma parasını kullanarak daire satın alan ve daha sonra bunları kâr amacıyla satan bir Şii Müslüman girişimci sınıfı ortaya çıktı.
Hizbullah güneydeki Şii bölgelerinde sosyal yardımları finanse etti. Bu, Hizbullah’ın yoksul Şii bölgelerindeki köklerini derinleştirdi ama aynı zamanda mezhepsel gerilimleri de körükledi. Grup artık kitlesel halk direnişine bağlı değildi.
Suriye devrimi Mart 2011’de başladı. Beşar Esad’ın acımasız diktatörlüğünü devirmeyi amaçlıyordu. Ancak Esad rejimi İran tarafından destekleniyordu, bu nedenle Hizbullah lideri Hasan Nasrallah devrimi “yabancı bir komplo” olarak kınadı. Hizbullah devrimi bastırmak için Suriye’ye binlerce savaşçı gönderdi.
2014-15 yıllarında Lübnanlı işçiler bir dizi grev düzenledi. Electricity of Lebanon’da çalışan taşeron işçiler iş güvencesi talebiyle harekete geçti. Bunu Lübnan’ın çöp sisteminin çökmesi üzerine düzenlenen kitlesel gösteriler izledi.
Lübnan’ın “Ekim Devrimi” 2019’da başladı ve Hizbullah bu devrimin yanlış tarafındaydı.
Ülkedeki işsizlik oranı 2018’de yüzde 46’ydı; Ekim 2019 ile Nisan 2020 arasında 200 binden fazla iş buharlaştı.
Ağustos 2020’de Beyrut’ta ihmal edilmiş bir yakıt depolama tesisinde meydana gelen ve 180 kişinin ölümüne yol açan patlama protestoları tırmandırdı.
Hareket, Lübnan rejimine meydan okuyan gerçek bir kitle hareketiydi. Hareketin “Hepsi” sloganı, dini ittifaklara bakmaksızın tüm elit mensuplarını hedef alıyordu.
Hizbullah protestoculara şiddetle saldırdı, çadırları yaktı, arabaları tahrip etti.
Lübnan’ın sokak hareketi başarısız oldu ama sosyalist yazar Anne Alexander’ın dediği gibi, “olağanüstü ve güçlü dayanışma biçimlerinin ifade edilmesi için alanlar yarattı. Kadınlarla erkekler, gençlerle yaşlılar ve farklı dini inançlara sahip vatandaşlar arasındaki bazı ideolojik engelleri yıktılar”.
Ancak bunun da sınırları vardı. Alexander’a göre kitlesel ayaklanmalar “Filistinlilerin, Suriyelilerin ve diğer ‘yabancıların’ oluşturduğu geniş ve ezilen toplulukların taleplerini aşağıdan değişim mücadelesine entegre etmekte” başarısız oldu. Hareket, bazı reformist milletvekillerinin seçilmesinin ötesinde kalıcı bir değişim yaratamadı.
Hareket, farklı gruplar arasındaki ortak baskı deneyimini tanımak yerine mezhepçiliğe kaydı.
Lübnan’ın direniş tarihinden çıkarılacak en önemli ders, sınıf mücadelesinin önemli olduğudur. Hizbullah desteğini yoksul, işçi sınıfından Lübnanlılardan alıyor. Ancak bu sınıfsal tabandan uzaklaşmıştır. Bunun yerine Hizbullah kendisini Lübnan’ın egemen sınıfına ve bölgesel güç İran’a bağladı.
Hizbullah’ın Lübnan ulusuna olan bağlılığı, devletin bütünlüğünün ve mezhepsel sisteminin savunulmasını gerektirmektedir. Ulus ve devlet, kapitalist rejimin temel bileşenleridir.
2006 yılında Samidoun bize bağımsız işçi sınıfı direnişinin kurtuluşa giden yolu nasıl işaret edebileceğine dair bir fikir verdi.
Ekim devriminin başarısızlığı, milliyetçilik ve devletle sınırlı kalmayan hareketlere duyulan ihtiyacın altını çizmektedir. İşçi sınıfı direnişine öncelik veren direniş yapıları inşa etmek emperyalizme meydan okumanın anahtarıdır.
Arthur Townend
(Socialist Worker’daki orijinalinden DeepL yardımıyla çevrilmiştir.)